Sayfalar

19 Mart 2010 Cuma

Evrim Ve Yaratılış


Teorinin Hikayesi

Teori, tüm canlıların ilkelden gelişmişe doğru birbirinden evrimleşerek var olduğunu ortaya atıyordu. Buna göre, önce tek hücreli canlılar oluşmuştu. Sonra suda yaşamın ilk örnekleri, ilk balıklar var olmuştu. Sonra günlerden bir gün, bu balıklar yürümek istemiş (!) ve karada yaşamaya başlamışlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, solungaçları akciğere, yüzgeçleri de ayaklara dönüşmüştü!... Daha sonra bazı hayvanlar uçmak istemiş ve kanat sahibi olmuşlardı!...

Hikaye böyle devam ediyor ve en son da maymunların insana dönüştükleri gibi çarpıcı bir iddiayla son buluyordu. Yani insanlar, Allah'ın yarattığı Hz. Adem ve eşinden başlayarak çoğalmamış, maymunlardan evrimleşmişlerdi. Kısacası, "yaratılmamış"lardı!..Evrim'i ortaya atan kişilerin (önce Lamarck, sonra Darwin) yaptıkları aslında şuydu:

Mutlaka ve mutlaka canlıların "yaratılmamış"olduklarını ispatlayan bir teori geliştirmeye çalışıyorlardı. Bunun için de düşünüp-taşınmış ve sonunda, birbirine benzeyen canlıların birbirinden evrimleştiği gibi bir iddia atmışlardı ortaya. Ayrıca "hayat şartları"nın hayvanları evrimleşmeye zorladığını da iddia etmişlerdi. Örneğin Lamarck, zürafaların boyunlarının uzun olmasını, ağaçların üstündeki yapraklara uzanmak istemelerinden kaynaklandığını iddia etmişti. Buna göre, nesiller boyunca zürafaların boyunları santim santim uzamıştı.

Bu iddia görünüşte zekice bir iddiaydı, ancak gerçekte bir safsataydı. Çünkü bir süre sonra anlaşılmıştı ki, hayvanlar "hayat şartları" nedeniyle kazandıkları özellikleri bir öteki nesle aktarmıyorlardı. Yani bir zürafa kendisini zorlayarak boynunu bir kaç santim uzatsa bile, doğan yavrusunun boynu yine standart ölçülerde oluyordu.

Ama Lamarck'ın bu teorisinin yanlış olduğunun anlaşılması, evrim teorisinin ateşli taraftarlarının hızını kesmedi. Bu kez Charles Darwin çıktı ortaya. 1859 yılında yazdığı On The Origin of Species by Means of Natural Selection (Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabında, canlıların farklılığını "doğal seleksiyon" teorisi ile açıklamaya kalktı. Doğal seleksiyon, doğal ortama ayak uyduramayan zayıf canlıların yok olması, bu ortama ayak uyduran güçlü canlıların da türlerini devam ettirmesine dayanıyordu. Darwin, Lamarck'ın kazanılmış özelliklerin (zürafanın boynunun sözde uzaması gibi) bir sonraki nesle aktarılması tezine doğal seleksiyonu da ekleyerek, canlı türlerinin kökenini açıklamaya çalışmıştı.

Neo-Darwinizm

Ancak zamanla Darwin'in teorilerinin de tutarlı olmadığı ve canlıların varoluşunu açıklamaktan çok uzak olduğu ortaya çıktı. Lamarck'ın kalıtım ile ilgili teorileri kökten yanlış olduğu DNA'nın keşfedilmesiyle birlikte anlaşılmıştı. Doğal seleksiyon'un ise, yeni bir tür yaratmaya yetmeyeceği görüldü: Bu sistem, bir canlı türü içinde en güçlü olanını seçip yaşatabilirdi, ancak yeni bir tür oluşturamazdı. Örneğin doğal seleksiyon sayesinde, sürüngen türleri içinde en güçlü olanlar kalabilir ve diğerleri yok olabilirdi, ancak asla ve asla sürüngenler sözgelimi kuşlara dönüşemezdi. Ancak evrimciler yine pes etmediler.

Bu kez neo-Darwinizm çıktı ortaya. Bu yeni evrimcilerin tezi, canlıların farklılığının mutasyonlara dayandığı şeklindeydi. Mutasyonların, yani başta radyasyon olmak üzere canlıların DNA'sını bozan değişimlerin, farklı türlerin kökeni olduğunu öne sürdüler. Oysa zamanla bu teori de rağbet görmemeye başladı: Çünkü mutasyonlar ancak mevcut DNA kodunu bozuyordu, yeni DNA kodları üretmiyordu. Bir başka deyişle, mutasyona uğrayan canlının ancak organları köreliyor ya da yer değiştiriyordu. Fakat yeni bir organın oluşması mümkün değildi. Üstelik mutasyonların tamamına yakını zararlıydı. Bu nedenle de mutasyon tezi, evrim iddiasına dayanak oluşturmaktan çok uzak kaldı.

Evrim'in Sözde Delilleri

Evrim teorisinin en büyük çıkmazlarından biri, kendisini destekleyecek hiç bir somut bulgunun olmayışıdır. Yapılan bütün araştırmalara ve harcanan büyük paralara rağmen evrim teorisi'ni destekleyecek bulgular bir türlü ortaya çıkmamaktadır. Oysa, eğer evrim diye bir şey gerçekleşmiş olsaydı, milyonlarca delilin bulunmuş olması gerekirdi.

Evrimcilerin milyonlarcasını bulmuş olmaları gereken bu "delil"ler, "ara geçit formu" denen canlıların fosilleridir. Evrimin iddiasına göre, canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Örneğin insan, bu iddiaya göre, maymunlardan dönüşerek oluşmuştur. Bu dönüşüm bir günde olmadığına, hatta evrimci iddiaya göre yüzbinlerce hatta milyonlarca yıl sürdüğüne göre, yarı insan-yarı maymun milyonlarca canlının yaşamış olması gerekir.

Aynı şey sudan karaya geçiş, ya da karadan havaya geçiş için de geçerlidir: Milyonlarca yarı balık-yarı sürüngen, ya da yarı sürüngen-yarı kuş canlının yaşamış olması gerekir. İşte evrim'deki dönüşümleri gösteren bu "ucube" varlıklara arageçit formu denilir.Ve eğer evrim gerçekleşmişse, bu ara geçit formlarından yüzbinlercesinin fosilleşerek günümüze ulaşmış olması gerekir. İşte evrimin çıkmazı buradadır: Bir yüzyılı aşkın bir süredir hararetle yürütülen "ara geçit formu bulma" çabalarına rağmen, bir türlü istenen fosiller bulunamamaktadır. Evrimcilerin bu konuda yaptıkları bazı "itiraf"lar, oldukça çarpıcıdır. Örneğin ünlü doğabilimci A. H. Clark, şöyle der:

"Madem ki biz fosil veya yaşayan büyük gruplar arasında geçiş gösteren en ufak bir delile sahip değiliz o halde, böyle ara tiplerin hiç bir zaman olmadığını kesinlikle kabul etmemiz gerekir."

Tanınmış bir genetikçi ve evrimci olan Richard B. Goldschimdt ise, "ara geçit formu" diye bir şeyin olmadığını itiraf ettikten sonra, türlerin "birden bire ortaya çıktıklarını" şöyle kabul ediyor:

"Pratikte bütün bilinen familyalar görünen herhangi bir geçiş formu olmaksızın aniden ortaya çıkmaktadır."

Ara geçit formu olmamasının anlamını evrimciler de kabul etmektedirler: Canlılar "birden bire" ortaya çıkmışlardır. Ve açıktır ki, "birden bire ortaya çıkmak" demek, yaratılmak demektir.Ancak kuşkusuz canlıların "birden bire" ortaya çıkmış, yani yaratılmış oldukları gerçeği, evrimciler tarafından, "ideolojik" nedenlerden dolayı kabul edilemez. Üstte sözlerini aktardığımız birkaç bilim adamı bunu itiraf etse de, genel olarak evrimciler, "ara geçit formu bulunmadığı" gerçeğini kabul etmezler.Bu durumda evrimcilerin yaptıkları tek bir şey vardır.

Milyonlarca yıl önce yaşamış ve soyu tükenmiş olan bazı canlıların fosillerini bulur ve bu fosillerin birer "ara geçit formu" olduğunu öne sürerler. Bu yöntemle üretilmiş olan sözde ara geçit formları da, tüm dünyaya "evrimin büyük delili" olarak gösterilir. Oysa evrimciler tarafından "işte ara geçit formu" diye öne sürülen bir kaç canlının da hiçbiri gerçekte böyle bir özelliğe sahip değildir. Zamanla bu gerçek ortaya çıkmıştır.

Canlı Fosil Coelacanth

Örneğin evrimciler tarafından yaklaşık 70 milyon yıl önce soyu tükenmiş bir canlı olarak tanıtılan ve sudan karaya geçiş formu olarak gösterilen Coelacanth (Rhipitistian Crossopterigian) adlı balık, evrimcilerin büyük şaşkınlığı altında, 1939 yılında Madagaskar açıklarında canlı olarak bulunmuştur. Aynı balık daha sonra açık denizlerde 50'ye yakın kez yakalandı. Ve görüldü ki, balığın "ara geçit formu" olarak tanıtılmasına neden olan organları (iç kulak girintileri, baş tipli omurgası ve yüzme kesesi) hiç de "ara geçit formu" olacak özelliklere sahip değildi.

Kuşların Hayali Atası Archaeopteryx

Evrimciler tarafından "işte büyük delil" olarak sunulan ikinci canlı ise, Archaeopteryx adıyla bilinen 135 milyon yıllık bir kuş fosiliydi. Hayvan, kanat kenarlarındaki pençeye benzer organları, küçük dişleri ve kuyruğundaki omurgası nedeniyle evrimciler tarafından "sürüngenlerden kuşlara geçiş formu" olarak tanıtıldı. Ancak ilerleyen yıllarda, 1984'de Batı Teksas Çölü'nde bulunan 225 milyon yıllık bir kuş fosili tüm bu iddiayı çürüttü. Çünkü Protoavis adı verilen bu hayvan, "kuşların atası" olduğu öne sürülen Archaeopteryx'ten 75 milyon yıl daha yaşlı olmasına rağmen tam bir kuştu. Ayrıca Archaeopteryx'in "ara geçit formu" olarak gösterilmesindeki en büyük neden olan pençeleri de hiç bir şey ifade etmiyordu: Bugün Güney Amerika'da yaşayan Opisthocomus Hoatzin adlı kuşun da pençeleri vardır.

At Serileri Aldatmacası

Evrim'in "üç büyük delil"inden üçüncüsü ise At Serileri'dir. Evrimciler soyu tükenmiş at türlerini, yalnızca işlerine gelenleri kullanarak küçükten büyüğe doğru dizmiş ve günümüzdeki atın bu seri içinde evrimleşerek oluştuğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu sıralamada tırnak sayısı, kaburga sayısı gibi birbirini tutmayan ve sırayı bozan etkenler vardır. Bu nedenle At Serileri'nin de gerçek bir delil olma özelliği yoktur. Evrimcilerin bu At Serileri'nde yaptıkları şey, daha pek çok yerde uyguladıkları gibi, birbirine benzeyen ve soyu tükenmiş hayvanları art arda dizip bunların birbirinden evrimleştiğini iddia etmektir.

Oysa bu hayvanların birbirinden evrimleştiklerini gösteren hiç bir delil yoktur; tam tersine evrimleşmediklerini gösteren çok sayıda delil vardır."İşte delil" diye sundukları tüm fosillerin birbiri ardına çürümesi, Evrimcileri büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır kuşkusuz. Ancak yine de, "belki bir gün çıkar" umuduyla, delil bulma arayışı sürmektedir.

Fakat evrim propagandasını yürüten güçlerin "belki" bulunacak bu delilleri beklemeye zamanları yoktur (ki ne kadar beklerlerse beklesinler bulamayacaklardır). Biraz öne de belirttiğimiz gibi, evrim siyasi hedeflere hizmet eden bir düşüncedir ve bu nedenle de ne şekilde olursa olsun ispatlanmalı ve toplumlara kabul ettirilmelidir! Bu işi için gerektiğinde kirli yöntemler, yani sahtekarlıklar da devreye sokulmalıdır.Nitekim sokulmuştur. Evrimci çalışmaların tarihi, büyük bilim sahtekarlıkları ile doludur.

Evrimcilerin Düzenledikleri Sahtekarlıklar

Evrimciler milyonlarca yıl sürdüğünü iddia ettikleri evrim'e, delil olabilecek tek fosil bile bulamayınca çareyi delilleri kendileri üretmekte buldular. Uzun araştırmalar sonucu elde edilmiş gibi gösterdikleri bu delilleri televizyon, basın ve ders kitaplarına sokarak milyonlarca kişiyi aldattılar. İşte bu sahtekarlıklardan birkaçı.

1- Piltdown Adamı Sahtekarlığı

1912 yılında, Charles Dawson isimli bir İngiliz araştırmacı, İngiltere'nin güneyindeki Piltdown taş ocağı çukurunda bazı kafatası parçaları ve üzerinde iki diş bulunan bir çene kemiği bulduğunu açıkladı. Kafatası insansı, çene kemiği ise maymunsu özellikteydi ve bu özellikleriyle, insanın evrimi düşüncesine büyük destek olduğu düşünüldü. Fosilin yaşı 500.000 yıl olarak tahmin edilerek, ünlü British Mueum'da tam 40 yıl sergilendi.

Gerçekte ise büyük bir evrim sahtekarlığıyla karşı karşıya olunduğu ancak 1949 'da ortaya çıktı. 1949'da aynı müzeden paleontolog Kenneth Oakley çene kemiği ve kafatasına o yıllarda yeni keşfedilmiş bir yaş tayini yöntemi olan "flor testi"ni uyguladı. Sonuç hayret vericiydi. Çene kemiği ancak birkaç sene toprak altında kalmıştı. Kafatası ise en fazla birkaç bin yıllıktı. Bu, fosillerin başka yerlerden çıkarılarak Piltdown'a getirildiğinin ve kesinlikle kafatası ve çenenin aynı varlığa ait olmadığının ispatıydı.Ortada açık bir sahtekarlık vardı. Ancak olay bununla bitmiyordu. C.Dawson'un fosillerin yanında bulduğunu iddia ettiği ilkel araçların çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu da ortaya çıkarıldı. Çene kemiği ise kafatasıyla olan uyumsuzluğunu örtbas etmek için eklem yerlerinden tahrip edilmişti. Çene üzerindeki iki diş ise yıpranmış görüntüsü vermek için eğelenmişti.

Charles Dawson'un yaptığı diğer bir sahtekarlık ise fosillere eski görünümü vermek için üzerlerini özel olarak lekelendirmesiydi. 1953'te Oxford Üniversitesi Anatomi Bölümü'nden Le Gras Clark ve J.S.Weiner, kafatası ve çene kemiği üzerindeki araştırmalarıyla, fosillerin kimyasal bir madde (potasyumdikromat) ile özel olarak lekelendirildiğini ortaya çıkardılar. Bu lekeler, kemikler asitle yıkandığında tamamen kaybolmuştu.

1953'de kemiklerin kimyasal analizle tarihlendirilmesiyle bilimadamları Piltdown Adamı'nın dahiyane bir sahtekarlık olduğunu buldular. Kafatası modern bir insanın, çene kemiği de modern bir orangutanındı.Ancak evrimciler yılmadılar; ne olursa olsun, nasıl olursa olsun kabul ettirilmesi gereken teoriyi, yeni sahtekarlıklarla desteklemeye giriştiler.

2- Java Adamı Sahtekarlığı

Eugène Dubois isimli Hollandalı bir anatomist, 1891 yılında Java'da alınsız bir kafatası, ertesi yıl bu kafatasının 15 metre uzağında 1 adet uyluk kemiği buldu. Kafatası maymunsu, uyluk kemiği ise insansı karakterdeydi.İki ayrı yerde bulunmasına ve aralarında bir bağlantının olduğunu gösterir en ufak bir kanıt olmamasına rağmen kafatası ve uyluk kemiği aynı varlığa aitmiş gibi tanıtıldı. Fosilin, yarı maymun yarı insan bir varlığa ait olduğu ileri sürüldü ve "dik duran maymun adam" manasına gelen Pithecanthropus Erectus adı verildi.

Dr. Dubois sadece maymun ve insan fosillerini birleştirerek bir insan-maymun varlık oluşturmakla kalmamıştı. Dr. Dubois Java Adamı olarak tanıttığı fosilleri bulmadan 2 sene önce 1889'da, aynı devire ait iki modern insan kafatası bulmuştu. Bu kafatasları o devirde yeryüzünde insanların yaşadığını ispat ediyordu. Dolayısıyla Java Adamı'nın insanın atası olma ihtimali kalmıyordu.

Dr. Dubois hayatı boyunca gizlediği bu fosillerin varlığını 1920'de açıkladı. Dahası Java Adamı'nın kafatasının gerçekte büyük bir gibona ait olduğunu da itiraf etti.

3- Nebraska Adamı Sahtekarlığı

1922'de ABD'nin Nebraska Eyaleti'nde bulunan bir dişe dayanılarak bunun maymun ve insan arası bir canlıya ait olduğu iddia edildi. 5 sene boyunca evrimin önemli delilleri arasında gösterildi. Tanınmış dergi ve gazeteler tek bir dişten aldıkları ilhamla hayali çizimler yaptılar. Hatta Illustrated London News'de Nebraska adamı'na bir de eş çizilmişti. Ancak 1927'de fosilin nesli tükenmiş bir domuz türüne ait olduğu anlaşıldı!

4- Orce Adamı Sahtekarlığı

İspanya'da 1990 yılında bulunan bu fosilin Avrupa'da yaşayan en yaşlı insana ait olduğu öne sürüldü ve bulunduğu yerin adı verilerek "Orce Man" (Orce Adamı) denildi. Ancak Fransız uzmanlar yaptıkları karşılaştırmalı çalışmalardan sonra kafatasının gerçekte 6 aylık bir eşeğe ait olduğunu ispatladılar!Bunlar, evrimcilerin ortaya attıkları sahte delillerdir. Ancak tüm bu tecrübeler, bu sahte delillerin pek işe yaramadığını, zaman içinde gerçeğin ortaya çıktığını göstermiştir. Öyle ya, bir insan kafatasına bir yıllık bir orangutan çenesi monte edip bunu "500 bin yıllık fosil" olarak insanlara sunmak, ya da bir domuz dişinden yola çıkarak maymun-insan arageçit formu çizmek oldukça tehlikelidir.

Bu sahtekarlıklar kolayca ortaya çıkıp birer skandala dönüşebilir.Bu nedenle çoğu Evrimci bu tür tehlikeli numaralara girişmektense ufak sahtekarlıkları tercih etmiştir. Yapılan şey gayet basittir: Elde edilen farklı fosiller üzerinde biraz oynayınca, evrimi sözde ispatlayan deliller üretmek mümkün olabilmektedir. Ufak rakam ya da şekil oyunları ile, en azından "zararlı" (yani evrimi yalanlayan) deliller göz önünden uzaklaştırılabilir.

Haeckel isimli bilimadamı da evrim teorisini ispatlamak için sahtekarlık yapmaktan kaçınmayanlardandır. Haeckel'in iddiası, 'Bireyoluş, soyoluşun tekrarıdır' cümlesiyle özetlenmektedir. Embriyolojik gelişimin, evrimsel gelişimin bir tekrarını içerdiği şeklinde de tanımlanabilecek bu iddiayı ispatlamak için Haeckel, maymun ve insan embriyolarından üçte birlik bölümü çıkarıp atmakta bir sakınca görmemişti. Haeckel, evrim'i ispatlamak uğruna yaptığı bu tür "ufak" sahtekarlıkları itiraf ederken, diğer meslektaşlarının da aynı yolu izlediğini şöyle açıklıyor:

"İtiraf etmeliyim ki benim birçok şeklimden küçük bir bölümü % 6'sı veya % 8'i yalanlanabilir. Doğru olarak kalanlar ise geçişlerdeki büyük farkları, geçiş formlarındaki yoklukları tamamlamaya ve basitten komplekse doğru eksiksiz bir evrim modelini ileri sürmeye yetmez...

Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor."

Bu itiraftan da açıkça anlaşıldığı gibi, evrim, "bilim aşkı" uğruna üzerinde kafa yorulan bir teori değildir. Tam tersine, ne olursa olsun ispatlanmaya çalışılan bir tür inançtır. Gerektiğinde çeşitli sahtekarlıklar kullanılarak, gerektiğinde sahte deliller üreterek, "birileri" mutlaka ve mutlaka bu çürük teoriyi gerçekmiş gibi insanlara kabul ettirmek istemektedir.

Evrimin Ardındaki Hedef

Evrim teorisinin geçirdiği süreç bize önemli bir şey göstermektedir: Evrim, bilim adamlarının gözlem ya da deney yoluyla buldukları bir gerçek değildir. Tam aksine bilim çevrelerinin büyük bir bölümü evrimin varlığına önce inanmakta, sona da bunu ispatlamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Ortaya attıkları evrim modelleri bir bir çürük çıkmakta, ancak yine de bu teoriyi savunmaktan vazgeçmemektedirler.

Bu durumun en ilgi çekici örneklerinden birini, Türkiye'deki en ünlü evrimcilerden biri olan Prof. Dr. Ali Demirsoy'un "Kalıtım ve Evrim" adlı kitabında yazdığı ilginç mantıklarda görebiliriz. Demirsoy, evrim'in en büyük çıkmazı olan organik evrim'in en önemli aşamasının, yani bir proteinin "tesadüfen" oluşmasının imkansız olduğunu itiraf etmekte, ancak "doğaüstü güçler"in (Allah'ı kastediyor) varlığını kabul etmektense, bu imkansız mantığı kabul etmenin daha "bilimsel" olduğunu söylemektedir:

"Özünde bir Sitokrom-C'nin (canlılığın oluşması için şart olan enzim) dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir, denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekir."

Üstteki satırlardan anlaşıldığına göre, bir "bilimsel amaç" vardır: Ve bu amaç, ne olursa olsun, canlıların yaratılmış olduklarını reddetmeyi gerektirmektedir. Canlıların yaratılmış olduklarını kabul etmektense, evrimci bilim adamları, sıfır olasılık taşıyan tesadüfleri kabul etmeyi tercih etmektedirler. Demirsoy, üstteki satırlarının ardından, "bilimsel amaca daha uygun" olduğu için kabul ettiği bu olasılığın ne denli gerçek dışı olduğunu şöyle itiraf eder:

"... Sitokrom-C'nin belirli aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır (maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek)."

Bu satırlarda anlatılan mantık bize şunu gösterir: Evrim bilimsel bir amaç için savunulmamaktadır. "bilimsel amaç" denen şey, gerçekte bilimsel değildir. Çünkü bilim adamı, önceden doğru olduğunu kabul ettiği bir tabuyu savunmak için değil, doğru olanı bulabilmek için yola çıkar. Oysa evrime gelince bunun tam tersi bir durum ortaya çıkmaktadır: Evrim, her ne olursa olsun ispatlanmaya, doğruluğu kabul ettirilmeye çalışılan bir tür inanç haline gelmiştir.

Evrim Masalları

Pek çok kişi evrim'in var olduğuna öyle inandırılmıştır ki, evrimciler ne yazarsa yazsın, "nasıl" ve "neden" gibi bir soru akıllarına gelmez. Bu nedenle de evrimciler yalanlarını, biraz süslü bir ambalajın içine koyduktan sonra, kolayca inanılır kılabilmektedirler.

Örneğin en "bilimsel" evrimci kitaplarda bile, evrimin en büyük çıkmazlarından biri olan "sudan karaya geçiş" aşaması, çocukları bile inandıramayacak bir basitlikte anlatılır. Evrim'e göre, hayat suda başlamıştır ve ilk gelişmiş havyanlar balıklardır. Teoriye göre, nasıl olmuşsa olmuş (!), bir gün bu balıklar kendilerini karaya doğru atmaya başlamışlardır! (Buna neden olarak çoğu kez kuraklık gösterilir.) Ve yine teoriye göre, karada yaşamayı seçen balıklar, nasıl olmuşsa olmuş, yüzgeç yerine ayaklara, solungaç yerine de ciğerlere sahip olmuşlardır! Çoğu evrim kitabı, bu büyük iddianın "nasıl"ına hiç girmez. En "bilimsel" kaynaklarda, "ve sudan karaya geçiş gerçekleşti" gibi anlamsız bir cümle ile bu iddianın garipliği gözlerden saklanır.

Sudan Karaya Geçiş Masalı

Acaba bu "geçiş" nasıl gerçekleşmiştir? Bir balığın sudan çıktığında bir-iki dakikadan fazla yaşayamadığını biliyoruz. Evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir kuraklık yaşandığını ve balıkların zaruri olarak karaya yöneldiklerini kabul edersek, bu durumda balıkların başına ne gelmiş olabilir? Cevap açıktır: Sudan çıkan balıkların hepsi bir-iki dakika içinde teker teker ölür. Bu iş isterse on milyon yıl sürsün, cevap yine aynıdır: Balıkların hepsi teker teker ölür. Kimse çıkıp da, "belki de bu balıklardan bazıları dördüncü milyon yılın sonunda, sudan çıkıp tam can çekiştikleri anda birden bire akciğer sahibi olmuşlardır", diyemez. Çünkü bu, çok açık bir biçimde, mantık dışıdır.Ancak evrimcilerin iddia ettikleri şey tam olarak budur. "Sudan karaya geçiş", "karadan havaya geçiş" ve daha milyonlarca sözde "sıçrama" bu mantıksız açıklama ile sözde açıklanmaktadır. Göz, kulak gibi son derece karmaşık organların nasıl oluştuğuna ise, evrimciler hiç değinmemeyi kendileri açısından daha yararlı bulmaktadırlar.

Aldatıcı Çizimler

Fakat sokaktaki adamı "bilimsellik" ambalajı ile etkilemek kolaydır: Sudan karaya geçişi temsil eden hayali bir resim çizersiniz, sudaki hayvana, karadaki "torununa" ve aradaki "ara geçit formu"na (ki bu hayali bir hayvandır) Latince isimler uydurup takarsınız. Sonra da ambalajlı yalanı yazarsınız:

"Eusthenopteron, uzun bir Evrim süreci içinde önce Rhipitistian Crossoptergian'a, sonra da Ichthyostega'ya dönüştü".

Bu "havalı" cümleyi bir de kalın gözlüklü, beyaz önlüklü bir "bilim adamı"na söyletirseniz, artık pek çok insanı peşinen ikna etmiş olursunuz. Çünkü "evrimi insanlar arasında yayma"yı "en büyük Masonik görev" kabul eden medya, ertesi gün dünyanın dört bir yanında bu büyük buluşu büyük bir heyecanla insanlara müjdeleyecektir. Medyanın kendisine gösterdiği dünyadan başka bir dünya tanımayan çoğunluk açısından, bu "büyük delil", evrime inanmak için yeter de artar bile.

Bir başka ambalajlı yalan, evrimciler tarafından yapılan "rekonstrüksiyon" çizimlerdir. Evrimci yayınlara baktığınızda bu çizimlere bolca rastlarsınız. Çizimlerde yarı insan-yarı maymun yaratıklar, çoğu kez "ailece", yer alır. Kıllı vücutlara, hafif eğik bir yürüyüşe, maymun-insan karışımı bir yüze sahip olan bu yaratıklar, evrimci "bilim adamları" tarafından sözde bulunan fosillerden yola çıkılarak çizilmişlerdir.

Oysa bu çizimlerin hiç bir anlamı yoktur. Çünkü bulunan fosiller, yalnızca canlının kemik yapısı hakkında bilgi verir. Bu fosillerden yola çıkarak bulunan canlının vücudunun ne derece "kıllı" olduğu hakkında bir fikir yürütülemez. Aynı şekilde, canlının burnu, kulakları, dudakları saçları hakkında da hiç bir bilgi bulunamaz. Oysa evrimciler, çizimlerde en çok burun, dudak ve kulak gibi organları yarı insan-yarı maymun şeklinde göstermektedirler.Bu yolla, normal bir insan kafatasına da maymun burnu, kulağı ve dudağı ekleyip hayali bir ara geçit formu elde edebilirsiniz.

Nitekim evrimciler bu konuda o denli "bol keseden" atmaktadırlar ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırılabilmektedirler. Örneğin Australopithecus Robustus (Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon çizim, bunun ünlü bir örneğidir. Bir domuz dişinden yola çıkılarak "bulunan" ve ailesi ile birlikte yarı insan-yarı maymun bir görünümle çizilen hayali Nebraska Adamı da, evrimcilerin hayal gücünün ne denli gelişmiş olduğunu gösteren bir başka örnektir.Ama bu hayali çizimler, pek çok insan açısından evrime inanmak için oldukça doyurucu bir kanıttır. "Koskoca" bilim adamları, bu tabloları kafalarından uyduracak değildirler ya!...

Oysa sözkonusu bilim adamları, bu tabloları ve diğer tüm sözde evrim delillerini yalnızca uydurmakla kalmamakta, dahası bunu "kutsal" bir görev saymaktadırlar. Çünkü hizmetinde oldukları din-aleyhtarı güç odakları, bu konuya özel bir önem vermektedir.

Evrimcilerin Gizledikleri Gerçekler

Evrimciler en çok kafatasları konusunu gündeme getirirler. Çünkü tarihte çok farklı maymun türleri ve bugünkü ortalama insandan bazı farklılıkları bulunan insan ırkları yaşamışlardır ve bunları birbiri ardına dizerek, bunları birbirinden evrimleşmiş canlılar olarak gösterebilmektedirler. Konuyu fazla bilmeyen bir kişi, bu kafataslarının büyüklüklerine bakarak gerçekten ortada bir evrim süreci olduğunu sanabilir.

Oysa aynı kafatasları iskeletleri açısından incelendiğinde, ortaya çok keskin bir sonuç çıkar. Çünkü evrimciler tarafından Austropopithecus, Homo erectus, Homa habilis gibi isimler verilen canlıların iskeletleri, ya tamamen öne eğik bir iskelettir ve dört ayakla yürümeye göre dizayn edilmiştir, ya da tamamen dik bir iskelettir ve iki ayakla yürümeye göre dizayn edilmiştir. Eğik iskeletler maymunlara, dik iskeletler insanlara aittirler. Ancak evrimciler bunu ustaca gizlemekte ve iskelet konusunu göz ardı ederek bu canlıların kafataslarını birbiri ardına dizmektedirler. Oysa 800 cc.lik kafatası hacmi olan maymunlar bugün de vardırlar ve bazı Afrika yerlilerinin kafatasları hacimleri 900-950 cc.ye kadar inebilmektedir. Yani bu büyüklüklerden yola çıkılarak kesin bir sonuca varılamaz.

Aslında insanın evrimi hikayesine gelinceye dek açıklanması mümkün olmayan milyonlarca evrim aşaması daha vardır. Çünkü evrim, yalnızca "insanın maymundan evrimleştiği"ni değil, tüm canlı hayatın evrim süreci içinde oluştuğunu öne sürmektedir. Buna göre ilk canlı hayat, aminoasitlerin "tesadüfen" oluşmasıyla başlamış, bunu proteinler izlemiş, ardından tek hücreli canlılar ve suda hayat oluşmuş, sudan karaya, karadan havaya geçiş yaşanmış ve bu şekilde tüm canlılar birbirlerinden türemişlerdir.Oysa üstteki cümlede çok çok kısa bir biçimde özetlediğimiz bu süreç, oluşması ihtimal dışı olan milyonlarca tesadüfe dayanmaktadır.

Hayat Tesadüfen Oluşabilir mi?

İhtimallerden bahsetmeden önce "doğa, canlıların en küçük yapı taşı olarak kabul edilen aminoasitleri dahi oluşturamaz mı?" sorusunu cevaplandıralım.

Bu sorunun cevaplandırılması evrimciler için oldukça önemlidir. Çünkü eğer doğa tek bir aminoasit bile üretemiyorsa, ona 'tüm canlıların yaratıcısı' ünvanı yakıştırmanın pek inandırıcı olmayacağı ortadadır. Evrimcilerin aminoasitlerin oluşumu için kullandıkları tek delil 1953'te yapılan Miller Deneyi'dir. Ancak deney, dünya atmosferinin hiç bir dönemde sahip olmadığı gazlar kullanılarak yapılması sebebiyle geçersizdir.

Bu konuyu, deneyin sahibi Stanley Miller da 1985 yılında İsveç Kraliyet Akademisi'nde verdiği bir konferansta bizzat itiraf etmiştir.1975'de, ilkel atmoferin içerdiği gazlarla (karbondioksit, azot, hidrojen ve su buharı) deneyi tekrarlayan Ferris ve Chen adlı bilimadamları, ilkel şartlarda aminoasit oluşumunun olanaksız olduğunu ispatlamışlardır.

Görüldüğü gibi, bir tek aminoasit bile doğal şartlarda 'tesadüfen' oluşamamaktadır. Diğer bir deyişle, evrim teorisi, tek bir aminoasitin oluşumunu dahi izah edememektedir.

Aminoasitlerin bir şekilde oluştuğu varsayımıyla yola çıkılsa bile, bunlardan bir proteinin tesadüfen oluşması da pratikte imkansızdır. Çünkü proteinler 20 farklı cinsteki 50-3000 adet amino asidin birleşmesinden oluşur. Ancak bu amino asitler, rastgele değil, belirli bir sıraya göre dizilmek zorundadırlar ve tek bir hata proteinin oluşumunu engeller.

61 amino asitten oluşan basit bir proteinin, 5x1079 tane farklı dizilimi olur ve bunların ancak bir tanesi işe yarar. Diğer bir deyişle, 61 amino asitten oluşan basit bir proteinin-ki ortalama bir protein, 400 amino asitten oluşur- "tesadüfen" oluşma ihtimali 5x1079'da 1'dir! Bu, pratikte sıfır demektir; yani böyle bir şey imkansızdır.Evrimci Rus biyolog A. I. Oparin, bu olasılığın "imkansız"lığa eş olduğunu itiraf ederken şöyle diyor:

"Her biri belirli şekilde ve kendisine özgü bir tarzda dizilmiş bulunan ve binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomu içeren bu maddenin (protein) en basiti bile son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Proteinlerin yapısını inceleyenler için, bu maddelerin kendiliklerinden bir araya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil'in ünlü 'Aeneid' şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir."

Kısacası, aminoasitleri var kabul edilse de, tek bir proteinin bile "tesadüfen" oluşma ihtimali sıfırdır.Aslında sorun aminoasitlerin veya proteinlerin oluşup oluşamaması da değil, bunların canlılığın temeli olup olamayacağıdır. Çünkü proteinler kompleks canlılığın en küçük temsilcisi olan hücrenin yanında oldukça basit bir yapıdadır.Bilindiği gibi hücre, bir metabolizması olan, yani dışarıdan maddeler alan, bunları işleyip başka maddelere çevirebilen, bu yolla kendisi için gerekli olan enerji ve temel yapıları sağlayan başlıbaşına kompleks bir sistemdir. İçinde olağanüstü bir koordinasyon, binlerce kimyasal tepkime bunun da ötesinde proteinleri sentezleyen bir DNA'sı bulunur. Mitokondri, sentrozomlar, lizozomlar, golgi komleksi, hücre zarı gibi birçok organeli barındıran bu sistem her açıdan proteinlerle karşılaştırılamayacak kadar üstündür. Bu durumda, proteinlerin hücreye dönüşebileceğine inanmak, patlayan bir yanardağdan etrafa saçılan taş parçalarıyla kendiliğinden bir şehir oluşabileceğini söylemek kadar saçma bir yaklaşımdır.

Sıfır Olasılık

Evrimciler, tüm bunların imkansızlığından haberdardırlar kuşkusuz. Ancak kullandıkları mantık şudur: "Madem biz ve etrafımızdaki canlılar bugün vardır, demek ki imkansız gözüken tüm bu şeyler milyonlarca tesadüfün eseri olmuştur. Yoksa var olmazdık". Örneğin Türkiye'nin evrim konusundaki en önemli bir kaç isminden biri olan Prof Ali Demirsoy, hücrenin oluşumunda aynı anda bir çok enzimin (protein molekülünün) bir arada olması gerektiğini yazdıktan sonra, bunun tesadüfen oluşmuş olmasının sıfır ihtimal olduğunun bilincinde olarak şöyle der:

"Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber, daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içinde ve oksijenle temas etmeden önce eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız."

Bu satırlardaki mantık, evrimci bilim adamlarını yazdıkları yazılarda hemen her zaman rastlanan temel bir mantıktır. Bu, şöyle de ifade edilebilir: Hayat, tesadüfen oluşması imkansız olaylar sonucunda oluşmuştur. Ama biz, bir Yaratıcı'nın varlığını -buna "dogmatik inanç" deniyor- kabul edemeyiz. Bu nedenle tüm bunların tesadüfen olduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız...

Görüldüğü gibi evrimi savunan bilim adamları, bunu bilimsel bulgulara rağmen yapmaktadırlar. Ortada, bilinçli bir Yaratıcı'nın varlığını gösteren sayısız delil vardır, ama evrimi destekleyen hiç bir delil yoktur. Buna rağmen evrime inanmayı tercih etmektedirler. Yani evrim, tamamen dogmatik bir inançtan başka bir şey değildir.

Yaratılışın Açık Delilleri

Evrimcilerin hiç bir şekilde açıklayamadıkları ve bu nedenle de hasıraltı ettikleri daha binlerce yaratılış mucizesi vardır. Canlıların vücutlarındaki her sistem evrim için bir açmazdır. Solunum, sindirim, dolaşım gibi sistemlerin nasıl var olduklarını açıklamak, evrime göre hiç bir şekilde mümkün değildir çünkü.

Bunun mantığını biraz irdeleyelim. Bilindiği gibi evrimin en temel iddiası, canlılığın tesadüfen oluştuğudur. Ancak karmaşık bir sistemi tesadüfle açıklamak mantığa aykırıdır. Örnek olarak mekanik bir saati düşünelim. Bir saati incelediğimizde onun onlarca küçük parçadan, çarklardan, yaylardan, kadranlardan oluştuğunu görürüz. Bu parçalar birbirine son derece uyumlu bir biçimde yerleştirilmişlerdir. Eğer tek bir parçada bir bozukluk olursa saat de bozulur.

İşte bu denli karmaşık bir sistem, asla ve asla tesadüfen oluşmaz. Yani siz saati oluşturan tüm çarkları, kadranları, yayları ve saatin dış kaplamasını bir torbaya koyup çalkalasanız, ortaya bir saat çıkmaz. Tek bir anlamlı birleşim bile olmaz. Torbayı milyarlarca yıl da sallasanız, yine bir şey değişmez. Parçalar, bilinçli bir biçimde yerleştirilmezse, hep dağınık kalırlar.

İşte canlıların vücutları da bu şekildedir. Dahası kompleks bir canlının vücudundaki tek bir sistem bile bir saatten çok daha karmaşıktır. Tek hücreliler dışındaki tüm canlıların en temel sistemi olan kalp ve dolaşım sistemini ele alalım. Kalp kendi içinde çok kompleks bir yapıdır ve bir mühendislik örneğidir. Dahası kalbin işlev görebilmesi için kanı vücuda taşıyacak bir atardamar sisteminin var olması şarttır. Dağıtılan kanı toplayacak bir toplardamar sistemi de şarttır. Öte yandan karbondioksitle kirlenen bu kanı temizlemek için akciğer ya da solungaçların var olması, bunlarla kalp arasındaki bağlantının kurulması gerekmektedir. Kanı diğer atıklardan temizlemek için böbreklerin var olması da şarttır...

Bu liste uzar gider. Bir canlının yaşamını sürdürmesi için yüzlerce farklı organın tam ve eksiksiz biçimde var olması gerekmektedir. Bunların tekinin bile çalışmaması o canlıyı bir kaç dakikada ya da en fazla bir kaç günde öldürür.Peki bu denli karmaşık bir sistem nasıl var olmuştur? Tesadüf cevabı yine çok saçmadır. Çünkü tesadüfler ortaya bir anda mükemmel bir beden çıkaramazlar. Canlının küçük küçük faydalı tesadüflerin oluşmasını bekleyecek zamanı da yoktur, tek bir organı olmasa hemen ölecektir. Kaldı ki hiç bir tesadüf tek bir böbrek ya da akciğer yapamaz.

Evrimciler bu gerçek karşısında "madem varız, o halde bu imkansız gibi gözüken tesadüfler olmuş demek ki" gibi bir mantık yürütürler. Canlıların kanat, kulak, el gibi harika organlarına ise zaman zaman "evrim mucizesi" demektedirler. Bu terimin mantıksızlığı ise ortadadır.Bir bilgisayarla karşılaşan insan, "bu bilgisayarı oluşturan parçalar, en küçük vidalarına kadar ayrıydı, sonra bir deprem oldu ve parçaların hepsi tesadüfen uygun yere gelip bu bilgisayarı meydana getirdiler" diyen bir kişiye kuşkusuz deli gözüyle bakacaktır. Canlıların "evrim mucizesi" ile oluştuklarını söylemek bundan bile daha akıl dışı b ir iddiadır.

Yaratılış Mucizesi Göz

Yaratılışa tek bir örnek olarak gözü inceleyebiliriz. Göz son derece olağanüstü bir organdır ve "tesadüf" ile açıklanması kesinlikle imkansızdır. Çünkü göz, örneğin insan gözü, 20'nin üstünde ayrı organdan oluşmaktadır: retina tabakası, mercek, dış kaslar, gözyaşı bezleri, beyine giden sinirler gibi, Ve bir gözün çalışabilmesi için, bu farklı parçaların hepsinin aynı anda var ve çalışır olması gerekir.Şimdi böylesine karmaşık bir organ olan gözün "tesadüfen" ortaya çıkmış olup-olamayacağını düşünelim:

Göz oluşumundan önceki canlılar, doğal olarak "gözsüz", yani göremeyen, görme kavramına sahip olmayan canlılardı. Böyle bir canlı nasıl bir "evrim" sonucu göze kavuşmuş olabilir? Bu canlı, "görmek" diye bir kavramı bile tanımamaktadır ki, kendi kendine bir göz oluşturmayı denesin? (Siz, şu anda altıncı bir duyu tasarlayıp, onu algılayacak bir organ düşünebiliyor musunuz?)

Bu canlının böyle bir "talebi" olsa bile, kendi vücudunda bir göz oluşturamayacağı ortadadır.Gözün oluşumuyla ilgili olarak bir de klasik "tesadüf" açıklamasını düşünelim. Acaba gözü olmayan bir canlıda nasıl olur da "tesadüfen" bir göz oluşabilir? Önce "tesadüfen" kafatasının içinde göze uygun iki boşluk oluşmuş olabilir mi? Sonra yine "tesadüfen" bu boşlukların içinde içi ışığı geçiren bir sıvıyla dolu iki küre oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, bu sıvıların ön tarafında yine "tesadüfen" ışığın kırılmasını sağlayan ve ışığı gözün arka duvarında odaklayan iki mercek oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözün etrafa bakabilmesi için göz kasları "kendi kendine" oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, yine "tesadüfen" gözün arka duvarında, ışığı algılayabilecek retina tabakası oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözü beyne bağlayacak sinirler kendi kendilerine, durup dururken var olmuş olabilirler mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözün kurumamasını sağlayacak gözyaşı bezleri oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine "tesadüfen", gözü toz ve benzeri yabancı maddelerden koruyacak iki göz kapağı ve kirpik oluşmuş olabilir mi?

Düşünün, bunların hepsi tesadüfen oluşmuş olabilir mi? Hem de saydığımız organların hepsinin aynı canlıda oluşmuş olması gerekir. Evrimcilerin kabul ettikleri kurala göre, vücudun içinde çalışmayan organlar körelirler (Dallo kuralı). Buna göre, eğer gözün herhangi bir parçası "tesadüfen" oluşmuş olsa bile-ki bu bile pratikte imkansızdır-bu parça bir işe yaramadığı için körelirdi.

Çünkü gözün görebilmesi için, bütün parçaların tam olarak var ve çalışır olması gerekir. Gözyaşı bezleri dahi çalışmasa, bir göz beş-on dakika içinde kurur ve işlevini yitirir. Bu şu demektir: Göz, ilk kez hangi canlıda oluştuysa, tam ve eksiksiz olarak bir anda oluşmuş olmalıdır. Bu gözün "yaratılmış" olması demektir.

Gözün yaratılmış olduğu o denli açık bir gerçektir ki, Darwin, "canlıların sahip olduğu gözleri düşünmek, beni bu teoriden soğuttu" demişti. Yerli evrimcilerden Ali Demirsoy da konu hakkında bir "inci" döktürmekte ve gözün oluşumunun-ne demekse-bir "evrim mucizesi" olduğunu söylemektedir. Göz için geçerli olan tüm bu anlatılanlar, kulak, karaciğer, kalp, böbrek ve benzeri tüm organlar, hatta tüm vücut için geçerlidir. İnsan vücudu, hepsi son derece karmaşık binlerce ayrı sistemin uyum içinde çalışması sayesinde ayakta durmaktadır. Böbreksiz, karaciğersiz, damarsız, kemiksiz ya da alyuvarsız bir insan olamaz. Bu organların hepsi aynı anda var ve çalışır durumda olmalıdır.

İnsanın önce "tesadüfen" bir böbreğe, sonra yine "tesadüfen" bir karaciğere sahip olması gibi bir saçmalık düşünülemez. Dolayısıyla, insan vücudu tam bir bütün olarak ortaya çıkmış, yani yaratılmıştır.Aynı gerçek tüm diğer canlılar için de geçerlidir. Hepsi harika vücutlara sahiptirler. Balıklar denizde en iyi yüzmelerini ve soluk almalarını sağlayacak şekilde, kuşlar en iyi uçacak şekilde tasarlanmışlardır.

Tek bir hücre bile bir fabrikadan çok daha karmaşık bir sistemdir.Ve tek bir saat bile, o saati ince ince tasarlayıp yapan bir mühendis olmadan var olmadığına göre, tek bir canlı bile, kendisini ince ince tasarlayıp yapan bir Yaratıcı olmadan var olmaz.

Darwin Efsanesinin Sonu


Tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir efsane olan evrim fikri, 19. yüzyılda kapsamlı bir teori olarak ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerinin Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldıkları gerçeğini reddediyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.

Darwin'in teorisi, hiç bir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu. Hatta, Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori bir çok önemli soru karşısında açık veriyordu.

Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. Öyle ki evrim teorisi bugün, lehinde yürütülen tüm propagandalara rağmen, Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton'ın Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında vurguladığı gibi "kriz içinde bir teori"dir.

Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:

1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.

2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları", gerçekte hiç bir evrimleştirici etkiye sahip değildir.

3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.

Hayat Tesadüfen Ortaya Çıktı İddiasının Geçersizliği

Darwin teorisini 1800'lerin ortasında geliştirmişti. O dönemin en dikkat çekici özeliği ise, bilim düzeyinin bugünle kıyaslanamayacak kadar geri olmasıydı. Ne Darwin ne de teoriye öncülük eden diğer isimler, canlıların nasıl üredikleri, nasıl bir biyokimyaya sahip oldukları, kalıtımın nasıl gerçekleştiği gibi konularda hemen hiç bir bilgiye sahip değillerdi. Canlılığın detayları gözlemlenemediği için, hayatın tesadüfen ortaya çıkmış ve yine tesadüflerle gelişmiş olabileceği iddiasını makul gösterebilmişlerdi. Oysa 20. yüzyılın gelişen bilimi, canlılığın detaylarında evrimcilerin hiç ummadıkları kadar karmaşık bir bilgi ve plan olduğunu ortaya çıkardı. Darwin ve yandaşları "bir hücrenin oluşması için gerekli kimyasalları karıştırıp uzunca bir süre beklemek yeterlidir" diyorlardı. Oysa 20. yüzyılın ikinci yarısında modern elektron mikroskoplarının altında incelenen canlı hücresi, bambaşka bir tablo ortaya koydu. Hücrede o denli karmaşık bir tasarım vardı ki, bu yapının tesadüfen oluşması, ünlü İngiliz astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle'un ifadesiyle, "bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması" kadar imkansızdı.(Fred Hoyle, Nature, 12 Kasım 1981)

Hatta bu benzetme bile yetersizdir; çünkü insanoğlu ulaştığı teknolojiyle Boeing 747 yapabildi, ama bugün hala dünyanın hiç bir laboratuvarında tek bir canlı hücresi bile sentezlenemedi.

Peki bu neyi gösterir? Bu kadar karmaşık bir yapı, evrim teorisinin iddia ettiği gibi tesadüflerle ortaya çıkmış olamaz. Nasıl bir saat, çarkların tesadüfen meydana gelmesiyle oluşamaz ve kendisini yapan bir saatçinin varlığını ispatlarsa, hücre-ve canlılığın tüm diğer parçaları-kendilerini yaratan üstün bir Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığını ispatlar.

Bugün evrim teorisini kriz içine sokan en büyük gerçeklerden biri budur. Nitekim hiç bir evrimci canlılığın tesadüfen nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap aramaya bile çalışmamaktadır.

Hayali Mekanizmalar

Canlılığın yeryüzünde tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız oluşu gibi, canlı türlerinin birbirlerine dönüşmesi de imkansızdır. Çünkü doğada böyle bir güç yoktur. Doğa dediğimiz taşı, toprağı, havayı, suyu oluşturan bütün, bilinçsiz atomların bir toplamıdır. Bu cansız madde yığını, bir solucanı balığa çevirecek, sonra onu karaya çıkarıp sürüngen yapacak, sonra kuş yapıp uçuracak ve en son olarak da insana dönüştürecek bir güce sahip değildir. Bunun aksini iddia eden Darwin, "evrim mekanizması" olarak tek bir kavram öne sürmüştü: Doğal seleksiyon. Doğal seleksiyon doğal seçme demektir. Güçlü ve içinde bulunduğu doğal şartlara uygun olan canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin aslanlar tarafından tehdit edilen bir zebra sürüsünde, daha hızlı koşabilen zebralar hayatta kalacaktır. Ama elbette bu mekanizma, zebraları evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin fillere dönüştürmez.

Nitekim doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir gözlemlenmiş delil yoktur. Ünlü bir evrimci olan İngiliz paleontolog Colin Patterson, bu gerçeği şöyle itiraf eder:

"Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur. (Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC)

Doğal seleksiyonun hiç bir evrimleştirici etkiye sahip olmadığını gören evrimciler, 20. yüzyılda iddialarına bir de "mutasyon" kavramını eklemişlerdir. Mutasyonlar, radyasyon gibi dış etkenler sonucunda canlıların genlerinde meydana gelen bozulmalardır. Evrimciler ise bu bozulmaların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Bu iddia bilimsel veriler tarafından yalanlanmaktadır. Çünkü gözlemlenen tüm etkili mutasyonlar, canlılara sadece zarar verirler. Mutasyonlar insanlarda mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozukluklara ya da kanser gibi hastalıklara neden olmaktadırlar.

Bugüne dek, canlıların genetik bilgisini geliştiren tek bir mutasyon bile gözlemlenememiştir. Bu nedenle Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı Pierre-Paul Grassé, bir evrimci olmasına rağmen "ne kadar çok sayıda olurlarsa olsunlar, mutasyonlar herhangi bir evrim meydana getirmezler." itirafında bulunur. (Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 88)

Evrimin Fosil Kayıtlarındaki Çöküşü

Evrim teorisi, 20. yüzyıldaki bir diğer büyük hezimetini de fosil kayıtlarında yaşadı. Evrimin öne sürdüğü ve canlıların ilkel türlerden gelişmiş türlere kademe kademe evrimleştiğini göstermesi beklenen "ara geçiş formlarına" (örneğin yarı balık-yarı kuşlara ya da yarı sürüngen-yarı memelilere) bir türlü rastlanamadı. Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamış olsalardı, bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması ve bunların fosillerinin bulunması gerekirdi. Evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aradılar, ama tek bir tane bile bulamadılar. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder: Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager. "The Nature of the Fossil Record". Proceedings of the British Geological Association, vol. 87, no. 2, s. 133)

Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bu ise Allah tarafından yaratıldıklarının ispatıdır.

Tüm bu bulgular, 20. yüzyılın sonunda evrim teorisini kesin biçimde geçersiz kılmıştır. Ancak bu gerçek dünyanın çoğu ülkesinde kamuoyundan gizlenir ve insanlar evrim masalları ile aldatılmaya devam edilir. Evrim dogmatik bir ısrarla savunulur. Bunun tek nedeni ise, bazı çevrelerin, yaratılış gerçeğini ve dolayısıyla Allah'ın varlığını ideolojik ve felsefi nedenlerle kabul etmek istemeyişleridir. Yaratılış karşısında öne sürülebilecek tek alternatif evrim olduğu için de, ısrarla bu bilim dışı efsaneyi yaşatmak istemektedirler. Oysa gerçek, her akıl ve sağduyu sahibi insan tarafından görülecek kadar açıktır: Tüm canlılar, Allah tarafından üstün ve kusursuz bir yaratılışla var edilmiştir.

Davranışların Kökeni


Evrimcilerin iddialarına göre canlılar tüm davranışlarını sözde evrimleştikleri atalarından almaktadırlar. Onlara göre, canlıların ilk dürtüleri besin bulmak için savaşmalarıdır ve bu durum tek hücreli canlıda da insanda da ortaktır, yaşamı sürdürme ve soyunu devam ettirme dürtüleri ise daha sonra gelişmiştir. Evrim teorisi, canlıların davranışlarının çevreye uyum sağlamak için değiştiğini savunmaktadır. Gerçekte ise davranışların evrimle bir ilgisi yoktur, Allah her canlıyı kendine has özelliklerle ve davranış şekilleriyle yaratmaktadır.

Örneğin bir kelebeğin hayatta kalabilmek için kendini daha iyi kamufle edebileceği kuru bir yaprak görünümüne sahip olmayı kendi kendine düşünüp, bunu vücudunda bir değişikliğe dönüştürmesi mümkün değildir. Ya da bir kunduzun akarsu yatağında suyun akışını kesebileceği ileri derecede mühendislik hesapları gerektiren bir baraj inşa edebilmesi ve ilk doğduğu andan itibaren bunu yapabilmesi kuşkusuz öğrenme ile ya da doğal seleksiyon gibi bilinçsiz mekanizmalarla açıklanabilecek bir durum değildir. Evrimcilerin savunduğu başka bir görüş ise, hayvanların tecrübe ile bazı davranışları kazandığı yolundadır. Onlara göre, hayvanlar ortama en uygun davranışı zamanla öğrenirler. Uygun davranışı öğrenemeyenler ya da bilmeyenler de ölürler. Fakat, evrim teorisine göre "doğru davranış"ı tesadüfen öğrenmesi beklenen bu canlıların bunu doğar doğmaz nasıl akıl ettikleri açıklanamamaktadır. Dolayısıyla bu davranışların seçilmesi gibi bir iddia, en baştan çelişkilidir.

Canlılar, yaratıldıkları ilk andan itibaren kendilerini koruyabilecekleri birtakım özellik ve davranış biçimlerine sahiptirler, çünkü bu Allah’ın onlara verdiği özelliklerdir.

DDT Bağışıklığı


Evrimciler, böceklerdeki DDT bağışıklığını evrimin delili olarak göstermeye çalışırlar. DDT bağışıklığı bakterilerin antibiyotik direnciyle aynı mantıkta gelişir. Ortada DDT'ye karşı sonradan kazanılmış bir bağışıklık yoktur. Böceklerin bazıları zaten her zaman DDT bağışıklığına sahiptir. DDT icat edildikten sonra, bu kimyasal maddeye maruz kalan böceklerden bağışıklık mekanizması olmayanların nesilleri tükenmiştir. Başta az sayıda olan bağışıklık sahibi bireyler zamanla çoğalmışlardır. Bunun sonucunda aynı böcek türü, tamamen bağışıklık sahibi olan bireylerden oluşmuş bir topluluk haline gelmiştir. Doğal olarak bütün popülasyon bağışıklık sahibi bireylerden oluşunca, DDT artık o böcek türüne etki etmemeye başlamıştır. Halk arasında bu olay "böceklerin DDT'ye bağışıklık kazanması" şeklinde yorumlanmaktadır.

Devonian Dönemi Bitki Fosilleri

(408 - 306 milyon yıllık)

Bu döneme ait olan bitki fosillerine baktığımızda, günümüz bitkilerinde bulunan pek çok özelliği taşıdıklarını görürüz. Örneğin stoma, kütikül, rhizoid ve sporangialar bu bitkilerde bulunan yapılardan birkaçıdır. Bir kara bitkisinin karada yaşayabilmesi için mutlaka kuruma tehlikesinden korunması gerekir. Kütiküller bitkileri kurumaya karşı koruyan, gövde-dal ve yaprakları kaplayan mumsu yapılardır. Eğer bitki, yapısında kurumayı önleyecek kütiküllere sahip değilse, evrimcilerin iddia ettikleri gibi kütikül oluşmasını bekleyecek vakti yoktur. Kütikül varsa bitki yaşar, yoksa kurur ve ölür. İşte ayrım bu kadar nettir.

Bitkilerin sahip oldukları tüm yapılar, tıpkı kütikül gibi, bitki için son derece hayati öneme sahiptir. Bir bitkinin yaşayabilmesi ve çoğalabilmesi için tıpkı bugünkü gibi kusursuz işleyen sistemlerin hepsine sahip olması gerekir. Dolayısıyla bu yapılar kademe kademe gelişemezler. Bulunmuş olan tüm bitki fosilleri de bitkilerin yeryüzünde ilk ortaya çıktıklarından bu yana, aynı mükemmel yapılara sahip olduklarını doğrulamaktadır.

Evrimci biyolog Francisco Ayala, "böcek zehirlerinin en kapsamlı türlerine karşı gösterilen bağışıklık, bu insan-yapımı maddeler böceklere uygulandığında, o böcek türünün çeşitli genetik varyasyonlarında açıkça vardı" diyerek bu gerçeği kabul eder.

Gerçekte evrimci kaynaklar bu konuda açık bir yanıltmaca sergilemektedirler. Özellikle de bu konuyu bazı popüler bilim dergilerinde zaman zaman gündeme getirerek, evrimin çok büyük bir kanıtı gibi sunmaktadırlar. Oysa böceklerdeki DDT bağışıklığının evrime delil sağladığı iddiasının hiçbir bilimsel temeli yoktur.

Darwinizm'e İnanmak Aklı ve Mantığı Terk Etmektir

Vücudumuzdaki her hücre bölünerek çoğalır. Bölünme sırasında hücre çekirdeğindeki DNA'nın da kopyalanması gerekir. DNA'nın kopyalanması işlemi ise, insanı hayrete düşürecek kadar kusursuz bir organizasyon, disiplin ve düzen içinde gerçekleşir.

İçinde 3 milyar harften oluşan bir bilgi bankasının bulunduğu DNA molekülü, helezon şeklinde bir merdivene benzer. Kopyalama işlemi başladığında ilk olarak "DNA helikaz" adındaki enzim olay yerine gelir ve DNA'nın helezon şeklini bir fermuar açar gibi açmaya başlar. Bunun sonucunda DNA'nın heliks şeklinde birbirine dolanmış olan kolları ayrılır. "DNA helikaz" her zaman tam vaktinde görev başındadır ve görevini kusursuzca, şaşırmadan, en ufak bir hataya düşmeden, DNA'ya hiçbir zarar vermeden yerine getirir.

Şimdi sıra "DNA polimeraz" enzimindedir. Bu enzimin görevi ise, DNA'nın ikiye ayrılan kollarını, ikinci bir kol ile tamamlamaktır. Bunun için DNA'nın bir kolunu oluşturan her bilginin karşısına uygun olan bilgiyi bulup getirir. Dikkat edin! Atomlardan oluşmuş, hiçbir bilgisi, şuuru ve aklı olması beklenmeyen bir enzim, DNA'nın yarım kolunu tamamlamak için gereken bilgileri tespit edebilmekte, onları daha sonra hücre içindeki ilgili yerlerden temin ederek yerlerine yerleştirmektedir. Bu işlem sırasında en küçük bir hata dahi yapmamakta, 3 milyar harfi en doğru şekilde tek tek tespit ederek tamamlamaktadır. Aynı esnada başka bir polimeraz enzimi de, DNA'nın diğer yarısını benzer şekilde tamamlamaktadır. Bütün bunlar olup biterken, DNA sarmalının ayrılan iki parçasının birbirine tekrar dolanmaması için "heliks-stabilizasyon" enzimleri DNA'yı uçlarından sabit tutarlar.

Görüldüğü gibi, DNA'nın kopyalanması sırasında, birçok enzim, askeri bir disiplin içinde, bilgi ve akıl kullanmayı gerektiren işlemleri yerine getirir. Sizin elinize 3 milyar harften oluşan bir metin verilse ve bunu daktilo ederek kopyalamanız istense, bu kopyalama işlemini tek bir hata yapmadan tamamlamanız mümkün olmazdı. Mutlaka bir yerde bir hata yapar, satır ya da en azından harf atlardınız. Ancak, bu enzimler böyle bir hataya düşmeden işlemlerini tamamlarlar.

Darwinistler ise, tüm bu enzimlerin, DNA'daki milyarlarca harften oluşan bilginin, DNA'nın kopyalanması işleminin, bu kusursuz organizasyonun tesadüfen gerçekleştiğini iddia ederler. Evrimcilerin böyle inanılması imkansız bir varsayıma inanmaları, üzerinde durulması gereken büyük bir olay, hatta bir mucizedir. Evrimcilerin, bu kadar mantıksız iddialara körü körüne inanmalarının tek nedeni, materyalizme olan bağlılıkları ve Allah'ın varlığını reddetme konusundaki kararlılıklarıdır.

Darwinizm ve Darwinistlerin Sahte İlahı: Tesadüfler


Darwinizm, yeryüzündeki tüm canlılığın cansız maddelerin bir araya gelmesinden tesadüfler sonucu ortaya çıktığını ve türlerin birbirine tesadüfi değişimler sonucunda dönüştüğünü iddia eden sapkın bir ideolojidir. Darwinizm’e göre yeryüzündeki muhteşem canlılığın oluşmasında hiçbir bilinçli ve şuurlu müdahale yoktur. Darwinizm’e göre, kuşlar, balıklar, ördekler, aslanlar, balinalar, uçsuz bucaksız ormanlar, tavşanlar, böcekler, arılar ve keşifler yapan, uzay araçları inşa eden, laboratuvarlarda kendi hücresini inceleyen, matematik profesörü olan, medeniyetler kuran insan, yalnızca tesadüflerin ürünüdür. Darwinizm’in sahte ilahı tesadüflerdir.

Evrim aslında Sümer ve Mısır döneminden kalma sapkın bir inançtır. Putperest Sümerlerin Allah'ı inkar eden ve canlıların başıboş bir evrim süreciyle oluştuğunu ifade eden yazıtları sapkın Darwinizm dininin temelini oluşturur. Mısır dinler tarihi incelendiğinde "Yılan, kurbağa, solucan ve farelerin, su baskınlarıyla taşan Nil ırmağının çamurlarından oluştuklarına" inanıldığı anlaşılmaktadır. 19. yüzyılda Charles Darwin’in amatör bir gemi yolculuğu sonucunda geliştirdiği iddia edilen evrim teorisi, aslında materyalist ideolojinin bir gereği olarak Yaratıcı’nın varlığını inkar edebilmek için tekrar kitlelere dayatılmaya çalışılan bir pagan dinidir.

Bu sahte din şu imkansız iddiayla ortaya çıkar: “Çamurlu su içinde tesadüfen oluşan bir bakteri hücresi hayali küçük ve tesadüfi değişimlerle balıklara, sürüngenlere, kuşlara, memelilere ve nihayet insana doğru aşama aşama ilkelden gelişmişe ulaşmıştır.” Bu sahte dinin sahte iddiasını, başta paleontoloji olmak üzere şu anda tüm bilim dalları yalanlamaktadır. Darwinizm’in çöktüğü ilk nokta ise, “ilkelden gelişmişe” iddiasını haklı çıkaracak bir “hayali ilkel canlı formunun” yeryüzünde olmayışıdır.

Darwinistlerin Yaşamın Başlangıcı Sorunu

Sapkın Darwinist inanca göre, tüm canlılığın başlangıcı, çamurlu bir su birikintisinden tesadüfler sonucu kendi kendine oluşan “hayali bir ilk hücredir”. Ancak bu iddia, Darwin’in hücreyi içi su dolu baloncuk zannettiği bir dönemden kalma köhne bir iddiadır. 20. yüzyıl bilim ve teknolojisinin hücrenin kompleksliğini ortaya çıkarması ve hücrenin bilim adamlarının deyişiyle bir “galaksi”den kompleks bir yapıya sahip olması karşısında günümüz Darwinistleri tamamen suskundurlar. Değil hücrenin, hücre içindeki tek bir tane proteinin bile tesadüfen oluşması İMKANSIZDIR. Yapılan hesaplamalar, işlevsel bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalinin 10950’de 1 (10 üzeri 950), yani sıfır ihtimal olduğunu ortaya koymuştur. Darwinistlerin muhteşem kompleksliğe sahip hücrenin açıklamasını yapabilmek için proteinin yapı taşları olan amino asitlerin, ardından ilk proteinin, ardından ona bağlanacak diğer proteinlerin, ribozom, mitokondri, koful, hücre zarı gibi kompleks hücre organellerinin ve içinde 100 milyon sayfalık bilgi olan muhteşem dev molekül DNA’nın ayrı ayrı tesadüfen oluşumlarını sahte evrim ile açıklayabilmeleri gerekmektedir. Ancak Darwinizm daha tek bir proteinin tesadüfi oluşumu aşamasında hezimete uğramıştır.

Hayatın başlangıcı ile ilgili yapılan Darwinist deneyler de şimdiye kadar hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Birkaç amino asit elde edildiği için halen büyük bir başarıymış gibi gündemde tutulmaya çalışılan Miller deneyi, gerçekte ilk atmosferde olmayan gazların ve özel koruyucu tuzakların kullanıldığı gerçek dışı bir deneydir. Nitekim deneyde kullanılan şartların gerçeğe uygun olmadığını ileriki senelerde Stanley Miller da kabul etmiş ve sonraki yıllarda ilk atmosfer şartları kullanılarak tekrarlanan aynı deney, tümüyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Darwinizm daha iddiasının başından çökmüş bir teoridir. Darwinistlerin hayatın kökeni sorunu, Darwinizm’in çöküşünü ilan eden en önemli delillerden biridir.

Evrimin Hayali Mekanizmalarının Hiçbir Evrimleştirici Gücü Yoktur

Canlılığın yeryüzünde tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız oluşu gibi, canlı türlerinin birbirlerine dönüşmesi de imkansızdır. Çünkü doğada böyle bir güç yoktur. Doğa dediğimiz kavram, taşı, toprağı, havayı, suyu oluşturan bilinçsiz atomların bir toplamıdır. Bu cansız madde yığını, yalnızca tesadüfleri kullanarak, omurgasız bir canlıyı balığa çevirecek, sonra onu karaya çıkarıp sürüngen yapacak, sonra kuş yapıp uçuracak ve en son olarak da akıl ve bilinç sahibi bir insana dönüştürecek bir güce kuşkusuz ki sahip değildir.

Fakat Darwinistlerin iddia ettikleri şey budur.

Darwinistler canlıları tesadüfen evrimleştiren iki hayali gücün varlığına inanırlar. Bunlar doğal seleksiyon ve mutasyonlardır. Fakat Darwinistlerin putlaştırdıkları bu iki sahte gücün hiçbir şekilde evrimleştirici bir etkisi yoktur.

Doğal seleksiyon doğal seçme demektir. Güçlü ve içinde bulunduğu doğal şartlara uygun olan canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin aslanlar tarafından tehdit edilen bir zebra sürüsünde, daha hızlı koşabilen zebralar hayatta kalacaktır. Ama hızlı koşan zebraların hayatta kalması, zebraları evrimleştirmez yani onları zebradan başka bir türe örneğin fillere dönüştürmez. Nitekim doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir gözlemlenmiş delil yoktur.

Mutasyonlar, ise hücre çekirdeğindeki DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar % 99 zararlı, % 1 oranında da etkisizdirler. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradıkları türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler, sakatlar ve kanserli hastalar... Bugüne kadar canlıya yeni bir genetik bilgi ekleyen ve canlıyı geliştiren TEK BİR TANE BİLE FAYDALI MUTASYON gözlemlenmemiştir.

Ancak Darwinistler, yeryüzündeki tüm canlılığın oluşumunu bu sahte mekanizmaya bağlarlar. Onlara göre, tek bir bakteri hücresinden şu anda gökdelenler inşa eden insana doğru geliştirdikleri soy ağacı, iddia ettikleri bu iki mekanizmanın tesadüfi etkilerine bağlıdır. Bu iddia bilimsel olarak moleküler düzeyde imkansızdır. Fakat bir an ihtimal dışı bir varsayımda bulunup bunun gerçekleştiğini varsaysak bile, bu hayali geçişin izlerinin yani delillerinin bulunması gerekir. Yani Darwinistlerin iddialarını kanıtlayabilmeleri için ara fosil göstermeleri gerekmektedir. Fakat TEK BİR TANE BİLE ARA FOSİL YOKTUR.

Fosil Kayıtları Darwinizm’i Ortadan Kaldırmıştır


Darwinistlerin iddia ettiği gibi bir geçiş söz konusu olsaydı, bunun kanıtlarının yeryüzü katmanlarında bulunabilmesi gerekirdi. Örneğin bir sürüngenin, Darwinistlerin iddia ettiği şekilde mükemmel bir kuşa dönüşebilmesi için milyonlarca ara formun var olmuş olması gerekirdi. Pulları tüylere dönüşen, yarı kanatlı yarı kollu, kanadı kafasından, kulağı çenesinden çıkmış, 3 bacaklı garip varlıkların var olmuş olmaları gerekirdi. Ve bunların kuşkusuz milyonlarca fosilinin olması gerekirdi.

AMA BUNLARDAN BİR TANE BİLE YOKTUR.

Yezyüzü katmanları uzun bir zamandır kazılmaktadır. Ve neredeyse bu katmanların tamamı incelenmiş, tam 100 milyondan fazla fosil çıkarılmıştır. Ancak bu 100 milyon fosil Darwinistler tarafından itina ile SAKLANMIŞTIR. Bunun nedeni 100 milyon fosilin TAMAMININ YARATILIŞI İSPAT ETMESİDİR.

Bu fosiller mükemmel canlılara aittir. Bir kısmı geçmişte yaşamış soyu tükenmiş, tam, mükemmel, kusursuz canlılara aitken, büyük bir kısmı da günümüzde yaşayan canlıların milyonlarca yıl önceki halidir. Yüz milyonlarca yıl boyunca kurbağaların kurbağa, kaplanların kaplan, kuşların kuş, timsahların timsah, atların at olarak kaldığını gösteren bu deliller canlıların DEĞİŞMEDİĞİNİN açık ve kesin kanıtıdır. Ve bu fosillerin arasında TEK BİR TANE BİLE ARA FOSİL YOKTUR.

Darwin 1859 yılında Türlerin Kökeni kitabını yayınladığında, ara fosil yokluğu karşısında hayretini dile getirmiş ve ara fosillerin gelecekte de bulunamaması durumunda teorisinin yıkılmış olacağını belirtmiştir:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, NEDEN SAYISIZ ARA GEÇİŞ FORMUNA RASTLAMIYORUZ? Neden bütün doğa bir KARMAŞA HALİNDE DEĞİL DE, TAM OLARAK TANIMLANMIŞ VE YERLİ YERİNDE? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında GÖMÜLÜ OLARAK BULAMIYORUZ?.. Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka BÖYLE BAĞLANTILARLA DOLU DEĞİL? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de BU BENİM TEORİME KARŞI İLERİ SÜRÜLECEK EN BÜYÜK İTİRAZ OLACAKTIR. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)

Şu anda Darwin’in kehaneti gerçekleşmiştir. Tek bir tane bile ara fosil olmayışı, Darwinizm’i temelinden yıkmıştır. Darwinist ideolojinin kökünü kazıyan bu gerçeği örtbas edebilmek için Darwinistler genellikle iki yöntemi kullanırlar: demagoji ve sahtekarlık.

Darwinistlerin Propaganda Yöntemleri ve Darwinist Sahtekarlıklar


Hücrenin kompleksliği Darwinistlerin yaşamın başlangıcı iddialarını ortadan kaldırmıştır. DNA, göz gibi indirgenemez komplekslikteki mükemmel yapıların Darwinist hiçbir iddia ile açıklanamayacağı ortaya çıkmıştır. Mutasyonların ve doğal seleksiyonun evrimleştirici gücü olmadığı bilimsel olarak ispat edilmiştir. Ve sözde evrimin tek ispatı olması gereken ara fosillerden tek bir tane bile yoktur. 19. yüzyılın bilimsel açıdan cahil ortamında geliştirilmiş olan bu ideoloji, bilimsel bulgular karşısında yenilgiye uğramıştır.

Darwinistler artık insanlara “hücrenin içi su dolu baloncuk olduğu”, canlıların birbirlerine dönüşmeleri için “biraz benzemelerinin yeterli olduğu” ve ara fosillerin “mutlaka ileride bulunacağı” yalanlarını söyleyememektedirler. İşte bu nedenle yalnızca demagoji ve sahtekarlık yöntemleriyle taraftar toplamaya çalışırlar. (Detaylı bilgi için bkz. www.darwiniyikankafataslari.com)

Darwinistler insan kafatasına orangutan çene kemiği monte ederek bunu 40 yıl boyunca British Museum’da Piltdowm adamı olarak sergilemişlerdir. Bir yaban domuzunun azı dişini alarak bunu insanın atası ilan etmiş, bu dişe Nebraska adamı adını vermiş, Nebraska adamını ailesiyle birlikte resmetmiş ve bunu, sahtekarlık ortaya çıkana kadar bütün ders kitaplarında ara fosil olarak anlatmışlardır. Dinozor fosillerinin üzerine tüy yapıştırmış, bu sahtekarlığı müzede sergilemişlerdir. Günümüzde hala yaşadığı anlaşılan bir dip balığı olan Coelacanth’ı yıllarca ara form olarak göstermişlerdir. Ağaç kütüklerine kelebek yapıştırarak sanayi devrimi kelebeklerinin evrimleştiğini iddia etmiş, sahte embriyo çizimleriyle insanın evrimleştiği yalanını savunmuşlardır. Henüz tek hücreli canlıların yaşadığı dönemde, olağanüstü komplekslikteki canlıların yaşadığını gösteren 530 milyon yıl öncesine ait Kambriyen fosillerini, evrimi temelinden çürüttüğü için tam 70 yıl boyunca saklamışlardır. (Detaylı bilgi için bkz. Darwin'in Anlayamadığı Kambriyen) Farklı dönemlerde yaşamış farklı tırnak sayılarına sahip canlıları kendi kafalarınca bir sıralamaya sokmuş ve sahte atın evrimi senaryosunu uydurmuşlardır. İnsanın hayali evrimine çeşitli kafataslarını delil olarak göstermeye çalışmış, fakat bunların tamamının sahte olduğu ortaya çıkmıştır.

Darwinistler sahtekarlık yaparlar, çünkü ellerinde gerçek bilimsel delil yoktur. Sahte fosillerin çizim resimlerini koyar ve onlara uygun bir yaşam tarihi uygularlar. “Mağarada yaşayan atalarımız zamanla iki ayakları üzerinde dik yürümeye başladı” aldatmacasıyla atalarımızın gerçekten mağarada yaşayan ilkel varlıklar olduğunu ve 4 ayaklı şempanzelerden türediği telkinini vermeye çalışırlar. (Taş devri hikayesinin bir aldatmaca olduğu ve bizden binlerce yıl önce yaşamış olan atalarımızın üstün bir medeniyete sahip oldukları çeşitli bulgularla ispat edilmiştir. Detaylı bilgi için bkz. www.kabatasdevri.com) “Dinozorlar sinekleri kovalaya kovalaya uçmaya başlayıp kuş oldular” aldatmacasıyla böyle sahte bir geçişin varlığının telkinini vermeye çalışırlar. İşte bu demagojidir. Bilimsel olarak gerçekleşmediği kanıtlanmış olan bir senaryo, hikayeler, aldatmacalar ve sahte fosillerle ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Ve insanlar bu yalanla aldatılmaya çalışılmaktadır. Saniyede 500 kere kanat çırpan mükemmel yaratılıştaki sineğin varlığını açıklayamazken bir dinozorun sinek yakalamaya çalışırken kanatlandığını iddia edecek kadar ileri giderler. Ders kitapları, üniversite tezleri hep evrim adına bu aldatmacalarla doludur. 100 milyon fosil, işte bu demagojinin başarılı olabilmesi için saklanmıştır. Yalnızca uydurma ara fosiller ön plana çıkarılmış, insanlar bunlarla kandırılmışlardır. Şu anda, 100 milyon fosilin ortaya çıkarılması ve bir tane bile ara fosil olmadığının açıklanmasıyla insanlar bu aldatmacadan kurtulmuşlardır. Tarihin en büyük kitle aldatmacası, 21. yüzyılın gelişiyle yenilgiye uğramıştır.

Darwinizm Dini ve Darwinist Diktatörlük


Darwinizm’in bilimsel hiçbir delile sahip olmamasına rağmen sahtekarlıklar yoluyla ayakta tutulmasının tek sebebi vardır. Darwinizm, tüm dünyada resmi olarak korunmakta olan bir ideolojidir. 150 yıldır insanları aldatabilmek, okullara girebilmek, devlet politikası haline gelebilmek için özel kanunlarla korunmuştur ve halen korunmaktadır.

Şimdiye dek Darwinistlerin despot yöntemleri, gerçekleri gören insanları susturmak için kullanılmıştır. Dünyanın pek çok yerinde anti-Darwinist açıklamalarıyla dikkat çeken profesörler alelacele görevlerinden alınmışlardır. “Evrim aleyhine sakın görüş belirtme! Kariyerini mahvederiz!” anlamına gelen üstü kapalı sindirme yöntemiyle evrime inanmayan biyoloji öğretmenlerinin evrimi anlatmaları zorunlu kılınmıştır. Evrime karşı çıkan öğrenciler sınıfta bırakılma tehdidi ile karşı karşıya kalmışlardır. Evrime inanmayan profesörlerin evrimi savunmaları şart koşulmuştur. Bilim adamlarının evrim karşıtı buluşları hasıraltı edilmiştir. Hiçbir devlet kurumu ve kuruluşunda anti-Darwinist bir eyleme izin verilmemiştir. Bilimin evrimi reddettiği, despot yöntemlerle gizlenmeye çalışılmıştır.

Bilimsel konferanslar genellikle hep tek yönlüdür. Darwinist profesörlere teorilerini sorgulayan soruların sorulması bile yasaklanmıştır. “Tek bir tane ara fosil örneği var mı?” sorusunu soran kişinin önündeki mikrofon apar topar sökülüp kaldırılır. “Okullarda evrimin yanında Yaratılış da okutulsun” önerisini ortaya atan kişi alelacele susturulur. Bilimsel internet sitelerince yapılan evrim anketlerinin sonuçları her zaman çarpıtılır. Evrimin reddedildiğini gösteren gerçek anket sonuçlarını veren sitelerdeki yayınlar ise hızla ortadan kaldırılır. İşte Darwinizm aldatmacası, çok büyük bir sahtekarlık olmasına rağmen, bu karanlık Darwinist diktatörlüğün despot yöntemleriyle ayakta tutulmaya çalışılmaktadır.

Fakat bilimsel delillerin gün ışığına çıkarılması ve insanlara yıllarca aldatılmış olduklarının anlatılması, bu sinsi yöntemi deşifre etmiştir. İnsanlar artık Güneşi görmüşlerdir. Perdeleri kapatıp “dışarısı karanlık” demek artık onları ikna etmez. Ve şu anda herkes, “ben evrimi savunuyorum” diyenler bile, bu bilimsel deliller karşısında durumun farkındadır: DARWİNİZM ÖLDÜ!

Darwinistler Beyinlerindeki Mercimek Büyüklüğündeki Alanda Yaşadıklarının Farkında Değiller

Tüm bilimsel bulguların yanı sıra, Darwinistleri en büyük yenilgiye uğratan gerçek, 20. yüzyıl biliminin, insanın, beyninin içindeki dünyanın dışına çıkamıyor olduğunu ispat etmiş olmasıdır. Darwinistler, gözün kompleks yapısı karşısında yenilgiye uğramışlardır. Fakat Darwinistleri göz konusunda en büyük yenilgiye uğratan gerçek GÖRENİN ASLINDA GÖZ OLMADIĞIDIR.

Göze çarpan foton, gözden beyne giden ise elektrik sinyalidir. Elektrik sinyali gözden yola çıkarak beynin görme merkezi denilen mercimek büyüklüğündeki bir alana ulaşır. Ve mercimek büyüklüğündeki bu alanda bir görüntü oluşur. Burada oluşan görüntüyü de izleyen BİR GÖZ VARDIR. İŞTE ASIL MÜKEMMEL OLAN “O” GÖZDÜR. O göz, kendisine gelen elektriği görür. Hem de mükemmel bir derinlik algısıyla, capcanlı, hareketli, üç boyutlu, rengarenk ve kusursuz olarak. Oysa orası kapkaranlıktır. Elektrik sinyalinin ilerlediği yer de, beynin görme merkezi de, beynin içi de zifiri karanlıktır. Ama oradaki göz, en yüksek teknolojiyle üretilmiş hiçbir televizyonun göremediği bir netlik ve mükemmellikte, billur gibi canlı bir görüntü görür. Ve bu gördüğü görüntüleri yorumlayarak hisseder, üzülür, sevinir, sever, beğenir, analiz yapar, hatırlar, sonuç çıkarır. İşte Darwinistler bu gözün açıklamasını hiçbir zaman yapamazlar.

Yalnızca maddenin kesin varlığına inanan ve bunun dışındaki tüm açıklamaları reddeden materyalistler ve Darwinistler için bu gerçek oldukça sarsıcıdır. 20. yüzyıl bilimi onlara, dışarıda var olan dünyanın hiçbir zaman aslına ulaşamayacaklarını, yalnızca beyinlerindeki bu mercimek tanesi kadarlık yerde oluşan dünyayı izlemekte olduklarını ispat etmiştir. Gören, duyan, anlayan, düşünen, idrak eden, konuşan, gülen, yorum yapan, sevinen, özleyen maddesel bir varlık değil, maddesel her türlü sebepten uzak olan RUH’tur. Yalnızca metafizik bir varlığı olan ve yalnızca Rabbimiz’in buyruğu altında olan ruhun varlığı, mutlak madde anlayışına dayanan tüm açıklamaları yerle bir eder.

Darwinizm Bir Pagan Dinidir, Bu Sapkın Dini İslam İle Bağdaştırmaya Çalışmak Büyük Bir Yanılgıdır

Darwinizm, Allah'ın varlığı ve birliğini, insanların Rabbimiz'e karşı sorumlu olduklarını inkar eder. Materyalizmin ve din ahlakına uygun olmayan akımların dayanak noktasıdır. Bu nedenle bilimsel olarak çürütülmüş olmasına rağmen, ideolojik kaygılarla sürekli ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Evrenin ve insanın, kör tesadüflerin eseri olduğu yanılgısını savunan Darwinist-materyalist akımlar, sözde bir tür hayvan olan insanların arasındaki ilişkilerin de hayvani olması gerektiğini iddia ederler. Bu sapkın görüş, bencilliği, acımasızlığı, kavgayı, çatışmayı, adam öldürmeyi kendince makul görür. Merhamet, sevgi, şefkat, saygı gibi duyguları ise sözde evrim sürecini gerileten birer engel olarak kabul eder. Darwinist telkinlerle insan sevgisinden uzak, zalim, saldırgan, çıkarcı insanlar yetişir.

Son dönemlerde bilimsel deliller karşısında taraftar kaybeden Darwinistler yeni bir aldatma yöntemine sığınmışlardır. Bu da, Darwinizm’i Müslümanlaştırma çabasıdır. Bu aldatmacaya kanan bazı din alimleri ise, bilgisizce sahte evrim teorisini savunmaya kalkışmakta, hatta kendilerince Kuran’dan delil getirmeye çalışmaktadırlar. Bu, son derece tehlikeli bir iddiadır. Öncelikle Kuran’da sahte evrime delil teşkil eden bir işaret bulunmamaktadır. Eğer gerçekten Kuran’da bunun delilleri olsa ve gerçekten bilimsel deliller de bu iddiayı bir gerçek olarak desteklemiş olsa, kuşkusuz ki bunun ilk savunucuları samimi Müslümanlar olurdu.

Darwinizm'i kendilerince Müslümanlaştırmaya çalışanlara, meleklerin ve cinlerin nasıl yaratıldığı, Hz. Musa’nın yere fırlattığı asasının nasıl bir anda beslenen ve üreyen yılana dönüştüğü, Hz. İsa’nın çamur biçiminde yaptığı kuşun nasıl uçan, yumurtlayan gerçek bir kuşa dönüştüğü ve ahiretteki yoktan yaratılmasının nasıl olacağı sorulduğunda bunların hiçbirine cevap veremeyeceklerdir. Çünkü Allah yoktan yaratır. Yüce Allah, yeryüzündeki canlıları da, melekleri de, cinleri de, yılana dönüşen Hz. Musa’nın asasını da, Hz. İsa’nın çamurdan yaptığı kuşu da yoktan yaratmıştır ve ahirette de tüm insanları yeniden diriltecektir

Darwinizm'i kendilerince Müslümanlaştırmaya çalışmak gibi bir iddianın savunuculuğunu yapmak, Allah’ın kudretini gereği gibi takdir edememekten kaynaklanır. Yüce Allah her türlü eksiklikten ve noksanlıktan münezzeh olan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Dolayısıyla Allah'ın yaratması için de hiçbir sebebe, araca, aşamaya ihtiyaç yoktur. Dünyada herşeyin belli sebeplere, doğa kanunlarına bağlı olması kimseyi yanıltmamalıdır. Allah, tüm bu sebeplerin Yaratıcısı olarak bunlardan tamamen münezzehtir.

Darwinizm Yıkılmıştır, Son Çırpınışların Faydası Yoktur

Bilim evrimin geçersizliğini ortaya koymuştur. Bu gerçeği gösteren eserler, belgeseller, konferanslar, sergilerle halkımız tam anlamıyla bilinçlenmiş, gerçeği görmüştür. Halkımız lokantalarda, eczanelerde, alışveriş merkezlerinde fosilleri kendi gözleriyle görüp incelemiş, evrimin yaşanmadığına bizzat tanıklık etmiştir. Bundan sonra Darwinistler istedikleri hikayeleri anlatsınlar, istedikleri kadar aralıksız propaganda yapsınlar, istedikleri kadar baskı oluşturmaya çalışsınlar, evrimi ayakta tutmaları mümkün değildir. Evrim çökmüştür, Darwinizm ölmüştür. Devir, Darwinizm'in cenazesinin kaldırılması devridir. Evrimcilere tavsiyemiz, beyhude çabaları bir yana bırakıp, akılcı ve mantıklı davranıp, bilimsel verileri gözardı etmeyip, Darwinizmin yok olduğunu kabul etmeleridir.

Evrimcilerin Örtbas Etmek İstedikleri Mucize: Kambriyen


Bilimsel bulguların ortaya çıkardığı pek çok gerçek, evrim teorisini tek başına çöküntüye uğratmaya yeterlidir. Ancak teoriyi temelinden yok eden öyle bir gerçek vardır ki, Darwinistlerin açıklamaktan yoksun kaldığı hemen her konuyu kapsamaktadır: Bu, günümüzden yaklaşık 530 milyon yıl önce, tüm yeryüzünde büyük bir ihtişam içinde sergilenen canlı çeşitliliği ve kompleksliğidir.

Henüz tek hücreli canlıların yaşamakta olduğu bir ortamda, birbirinden kompleks canlılar, sözde atalarına dair hiçbir kalıntıya sahip olmadan, adeta evrim teorisinin geçersizliğini ilan edercesine aniden var olmuşlardır.

Fosil kayıtları o kadar güçlüdür ki, bilim adamları bu dönemi Kambriyen Patlaması veya "Biyolojik Big Bang" olarak adlandırırlar. O dönemden bu yana, bu canlıların "atası" olabilecek, Kambriyen öncesi döneme ait yeni fosiller bulma arayışını sürdürmektedirler. Ancak çabalar sürekli olarak tek bir gerçeği göstermektedir: Ani, kusursuz, birbirinden farklı ve kompleks bir yaratılış...

Kambriyen Öncesi Yeryüzü

Darwinistlerin Kambriyen öncesi döneme ait yeni fosiller bulmak için yaptıkları araştırmalara göre; 550 milyon yıldan daha yaşlı olmayan Kambriyen kayaları en eski hayvan fosillerini içeriyordu: Arthropodlar, yumuşakçalar, brachiopodlar ve diğerleri. Bunların aşağısında hiçbir hayvan fosili yoktu. Darwin'in kendisi de kabul etmiştir ki, doğal seleksiyon ile evrim teorisi, bütün bu canlıların türedikleri önceki popülasyonları (nesilleri) içine alan bir tarihe sahip olmalıydı. Bilim adamları sayısız önerilerle geldiler; onlara göre sözde canlıların evrimindeki bu kritik aralıkta bulunan fosilleri barındıran kayalıklar aşınmış veya metamorfoza uğramıştı.

Evrimcilerin Daima Karşılaştıkları Gerçek: Fosil Kayıtlarındaki Boşluk

Kambriyen canlılarının özellikleri keşfedildikçe, Kambriyen canlılarının hayali evrimsel atalarının bulunmasının umulduğu Prekambriyen devri çok daha büyük bir öneme sahip oldu. Ancak zamanla artan araştırmalar, daha da artan bulgular, bu dönem ile ilgili olarak yalnızca şu bilgileri veriyordu: Prekambriyen döneminde tek hücreli canlılardan başkası yaşamamıştı. Yapılan detaylı araştırmalar, bundan fazlasını göstermiyordu. Bulunan fosiller, yumuşak bedenlerinden örnekler bırakmış olan bu canlılara aitti. Fosiller, kompleks canlıların hayali evrimsel ataları ile ilgili herhangi bir bilgi vermiyor, durumu evrimciler açısından çok daha zorlaştırıyordu. Kaliforniya Üniversitesi'nden Botanik Profesörü evrimci Daniel I. Axelrod, Prekambriyen kayalıklarının, aradıkları fosilleri vermediği gerçeğini şu şekilde açıklıyordu:

“Jeoloji ve evrimin çözülmemiş en büyük problemlerinden biri, tüm kıtalardaki alt Kambriyen kayalarında çeşitli, çok hücreli deniz omurgasızlarının ortaya çıkışı ve çok daha uzun bir dönem boyunca bunların kayalıklarda olmayışıdır.”( I. Axelrod, “Early Cambrian Marine Fauna,” Science, sayı 128, 4 Temmuz 1958, s. 7 Cambrian Explosion Disproves Evolution)

Söz konusu bulguların açığa çıkardığı gerçek şudur: Evrimcilerin sürekli olarak karşılaştıkları fosil kayıtlarındaki boşluk, Prekambriyen yataklarında tekrar karşılarına çıkmıştır. Bu durum ise son derece doğaldır, çünkü ara geçiş fosilleri hiç bir zaman varolmamıştır.

Genomik Komplekslik


Kambriyen döneminde aniden ortaya çıkan anatomik komplekslikler, canlıların DNA'sındaki genetik bilgi seviyesinde de bir patlama anlamına gelmektedir.

Prekambriyen'de var olan tek hücreli bir ökaryot (tek hücreli organizma), bir çekirdek ve birçok organelle kendi içinde çok özelleşmiş, kompleks bir yapıdır. Ancak yine de tek hücreli ökaryot, nihayet tek bir tip hücreyi temsil etmektedir.

Moleküler biyologlar, tek hücreli bir organizmanın, yaşamının devamı için ihtiyaç duyduğu proteinleri üretebilmek için en az 300 ila 500 gen (yaklaşık 318.000 ila 562.000 nükleotid) taşıması gerektiğini tahmin etmektedirler. ( Stephen C. Meyer, Paul A. Nelson, Paul Chien, “The Cambrian Explosion: Biology’s Big Bang”, The Cambrian Explosion: Biology's Big Bang) Daha kompleks tek hücreliler, 1 milyon nükleotid gerektirirler. Ancak kompleks bir hayvanın yaşamını devam ettirmesi, bundan binlerce kez daha fazla miktarda kodlanmış talimat gerektirir.

Kompleks bilgisayar yazılımları binlerce kişi tarafından yazılmış ve test edilmiş ürünlerdir. Çok hücrelilerdeki genomik komplekslik ise, insanoğlunun ürettiği herhangi bir yazılımdan çok daha komplekstir. Kuşkusuz en ileri teknolojilerle dahi üretilmesi mümkün olmayan bir yazılımın, günümüzden 530 milyon yıl kadar önce, Kambriyen canlılarının DNA'sında "aniden" belirmesi hiçbir tesadüfle açıklanamaz. Bunu iddia etmek, insanoğlunun ulaştığı en ileri bilgisayar teknolojilerinin bir hurdalığa isabet eden yıldırımla ortaya çıkabileceğini iddia etmek gibi olur.

Kısacası Kambriyen canlılarının kökeni konusunda, tesadüf iddiasına ve amaçsız doğa olaylarına başvurmak tamamen akıl dışıdır.

Evrim Bir Aldatmacadır, Kambriyen Patlaması Bunu Açıkça İlan Eder

Şimdiye kadar Kambriyen ile ilgili olarak anlatılanlar şunu açıkça göstermektedir: Canlılar, Kambriyen kayalıklarında, bundan yaklaşık 530 milyon yıl önce, hiçbir ataları olmadan, hiçbir şekilde birbirlerinden evrimleşmeden, oldukları halleriyle aniden ve kusursuzca var olmuşlardır. İsveçli bilim adamı Dr. Jan Bergstrom'un belirttiği gibi, "Kambriyen geçişi bir evrim değil, bir devrimdir." (Duane T. Gish, Evolution: The Fossils Still Say No!, s. 59)

Bunun gösterdiği gerçek şudur: Bundan 530 milyon yıl önce, yeryüzünde bir yaratılış mucizesi sergilenmiştir. Birbirinden farklı 50 filumun içerdiği birbirinden farklı binlerce türün sayısız bireyi, gözleri, sinir sistemleri, solungaçları, avlarına ulaşabilecekleri uzantıları, yürüyecek ayakları, muhteşem kabukları ve bunun gibi yüzlerce özellikleriyle birlikte yoktan var edilmişlerdir. Bu canlıların yapıları, kusursuz birer yaratılış harikasıdır, olağanüstü detayların milyonlarca yıl önce sergilendiği benzersiz bir sanat eseridir.

Evrim Teorisini Çökerten Yaratılış Gerçekleri


1-İnsan Beyni Karmaşık ve Üstün Bir Organizasyona Sahiptir

Beyin yaklaşık 100 milyar sinir hücresinden oluşur. Beyindeki sinir hücreleri, aralarında "sinaps" denilen bağlantı noktaları sayesinde iletişim kurarlar. Her bir nöronda 10 bin sinaps bulunmaktadır. Bu, bir nöron aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir demektir. İnsan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğu tahmin edilmektedir. (Bu 1.000.000.000. 000.000 haberleşme demektir.) Bilgisayarlardaki sinir hücrelerine denk gelen transistörlerde ise sadece 6 bağlantı noktası bulunmaktadır.

Dünyanın en hızlı işlem yapan bilgisayarları ortalama, olarak saniyede 109 işlem yapabilmektedir. Beynin hızı ise aynı işlem için 1015'tir. (saniyede 10.000.000.000. 000.000 hızında) Dahası bilgisayar hafızasının kapasitesi 1011 bit'ken (bit = bilgisayarda kaydedilebilen en küçük bilgi birimi) beyninki 1014'tür. Aradaki bu fark beynin kapasitesinin, 1000 adet bilgisayarın toplam kapasitesi kadar olduğunu göstermektedir. (darwinizminkivranisi.com)

Tesadüflerin, hayranlık uyandıracak bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmeleri kesinlikle imkansızdır. Bu, 20. yüzyılın en büyük gelişmelerinden biri olan internet teknolojisinden çok daha kompleks ve harika bir sistemdir. Peki nasıl olur da, internet teknolojisinin veya en basit bir telefon santralinin dahi tesadüfen oluşamayacağını, bunun mühendislik, tasarım, bilgi, bilinç, akıl ve teknoloji gerektirdiğini bilen insanlar, beyindeki çok daha olağanüstü sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmektedirler?

Kuşkusuz bu, evrim teorisine körü körüne bağlılığın bir sonucudur. Önyargısız yaklaşan her insan insanın yaratılışındaki ihtişamı görebilir.

2-Hafıza ve Laboratuvar Sahibi Savunma Sistemi

Antijen adı verilen bazı mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine girerek insan için tehlike oluştururlar. Bunun üzerine savunma sistemi hücreleri antijenlere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalışırlar.

Antikorların sahip oldukları en önemli özellik doğada var olan yüzbinlerce birbirinden farklı mikrobu tanıyıp, kendilerini onları yok etmeye yönelik olarak hazırlayabilmeleridir. Fakat asıl ilginç olan laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenleri bile tanıyan antikorların bulunmasıdır.

Bir hücre nasıl olur da yüzbinlerce farklı yabancı hücreyi tanıyabilir? Üstelik bunun yanısıra, yapay olarak üretilen bir maddenin de bilgisine sahip olabilir? Dahası, antikorlar yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da anında tespit edip üretebilirler. Bu durum, evrimcileri büyük bir çıkmaza sokmaktadır. (Darwinistleresorun.com)

3-Bir Heykeltıraş Gibi Çalışan Kemik Hücreleri, Tesadüflerin Eseri Değildir

Kemikte yer alan osteoklast adlı hücrelerin görevlerinden biri kemiğin bazı bölgelerindeki boşluklarda yıkıma yol açarak, kemiğin biçiminin ve boyunun değişmesini ve giderek erişkin boyutlara varmasını sağlamaktır. Bir yandan da kemik yüzeyindeki çıkıntıların küçülmesini sağlar. Osteoklastların kemikte yaptığı yıkım sırasında osteoblast adlı kemik hücreleri de iskeleti oluşturmak üzere yeni kemik yapmaya başlar.

Her insanda kemiklerde bulunan bu hücreler aynı görevi görürler. Hepsi kemik yüzeyini nasıl küçülteceklerini bilirler. Kafatasındaki kemiklerle uyluk kemiği arasındaki farklılıkları bilerek kemiklere nasıl şekil vereceklerini, ne zaman uzamasının duracağını, incelik ve kalınlığının nasıl olacağını bilirler. Kemik hücreleri, vücudun iskelesini, adeta bir heykeltıraş gibi, büyük bir titizlikle hazırlarlar. Her parçanın sertliğini, uzunluğunu, şeklini, girinti çıkıntılarını, birbirleriyle kesişeceği yerleri kusursuzca tasarlayan ve inşa eden bu hücrelere her adımlarını ilham eden Yüce Allah'tır.