
Dünyada geçirdiğimiz zaman için bir kıstasımız vardır. Dün yaptıklarımızı düşünür, bugüne göre plan yaparız. On sene öncesini düşünür, zamanın geçtiğine ve yaşlandığımıza inanırız. Zamanın geçtiğine dair inancımızı oluşturan şey, yalnızca bir önceki an ile şimdiki an arasında yaptığımız kıyastır.
Bu kıyas şu şekilde gerçekleşir: Şu an bu yazıyı okuyorsunuz. Yazıyı okumadan önce ise televizyon seyrediyordunuz. Televizyon seyrettiğiniz an ile kitap okumakta olduğunuz anı kıyaslar, bunların arasında bir süre olduğunu düşünür ve televizyon izlediğiniz zamanı "geçmiş" olarak tanımlarsınız. Bu iki eylem arasında ise bir zaman geçtiğine inanırsınız. Gerçekte ise, televizyon seyrettiğiniz an sizin hafızanızdaki bilgidir. Siz, yazıyı okumakta olduğunuz "şu an" ile, hafızanızdaki bilgi arasında kıyas yapar ve bunu "zaman" olarak algılarsınız. İşin gerçeğinde ise, yalnızca yaşamakta olduğunuz "şu an" vardır. Hafızanızdaki hatıralarla kıyas yapmadığınızda, zaman kavramı da kalmayacaktır.
Ünlü fizikçi Julian Barbour, zamanın tarifini şöyle yapmaktadır:
Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka bir şey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler. (Tim Folger, "Buradan Sonsuzluğa", Discover, Aralık 2000, s. 54)
Dolayısıyla zaman, beyinde anı olarak var olan birtakım bilgiler, bir başka deyişle algılar arasında kıyas yapılması ile var olmaktadır. Anterograd (ilerleyen) amnezi olarak bilinen hafıza kaybı sendromu olan kişiler düşünüldüğünde, zamanın insan algısından başka bir şey olmadığı daha iyi anlaşılır. Bu kişiler, kısa süreli hafızaya dair tüm bilgilerini kaybettiklerinden bir önceki olayı hatırlayamaz, dolayısıyla iki olay arasında bir süre olup olmadığını fark edemezler. Bu, zamanın yalnızca bir algı olarak var olduğunu gösteren delillerdendir.
Günlük hayatta yaşadığımız olaylar bize belli bir sıralamada gösterildiği için biz zamana geçmiş, şu an ve gelecek olarak sınırlandırmalar getiririz. Oysa zamanın geçmişten geleceğe doğru aktığı düşüncesi sadece bir şartlanmadır. Eğer hafızamızdaki bilgiler bir filmin sondan başa doğru seyredilmesi gibi işliyor olsaydı bizim için geçmiş gelecek zaman, gelecek de geçmiş zaman olurdu. Bu durum bize zamanın mutlak olmadığını sadece bizim algımıza göre şekillendiğini göstermektedir.
Ünlü fizikçi Roger Penrose, konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
Sanırım geçecek olan zamanı algılama biçimimizde ve fiziğin tarif ettiği zaman kavramı arasında her zaman bir çelişki var. Ve bu kısmen, acaba olayların zamana ait net bir dünyevi sıralaması mı var yoksa bizler mi birçok şeyi bir araya getirerek kafamızda bir resim canlandırıyoruz sorusu... (BBC World, Uzay ve Zaman: Zamanın Akışı Belgeseli, 21 Mayıs 2005)
Hatırladığımız olaylar arasında kendi zihnimizde yaptığımız sıralama, bu olaylar için, geçmiş, şu an ve gelecek şeklinde bir konum meydana getirmektedir. Ancak bu, tümüyle beynimizde, bizim irademizle verilmiş olan bir karardır. Dolayısıyla tamamen izafidir. Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, konuyla ilgili olarak şu benzetmeyi yapmaktadır:
Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici iş birliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. (François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayınları, 1996, s. 111)
Tüm bunlar, geçmiş ve gelecek kavramlarının, bizim anılarımızı algılama biçimimizle ilgili olduğunu göstermektedir. Gerçekte ise, zamanın nasıl aktığını veya akıp akmadığını bilmemize imkan yoktur. Tıpkı karşımızdaki görüntünün aslı ile hiçbir zaman muhatap olamadığımız, dolayısıyla varlığı hakkında detaylı bilgiye sahip olamadığımız gibi, aslında tabi olduğumuz bir zaman olup olmadığını ve varsa da bunun işleyişinin nasıl olduğunu kesin olarak bilemeyiz. Çünkü zaman, yalnızca bir algı biçimidir.
Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu Genel Görecelik Kuramı ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, "Evren ve Einstein" adlı kitabında bu konuda şunları yazar:
Salt uzayla birlikte Einstein, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe akan şaşmaz ve değişmez bir evrensel zaman kavramını da bir yana bıraktı. Görecelik Kuramı'nı çevreleyen anlaşılmazlığın büyük bölümü, insanların zaman duygusunun da renk duygusu gibi bir algı biçimi olduğunu kabul etmek istemeyişinden doğuyor... Nasıl uzay maddi varlıkların muhtemel bir sırası ise, zaman da olayların muhtemel bir sırasıdır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 52-53)
Einstein, Barnett'in ifadeleriyle "uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş"tir. Genel Görecelik Kuramı'na göre "zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur." (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 17)
Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır. Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi, "rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir." (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 58)
Saati hiç bilmediğimiz, Güneş'in hangi aralıklarla doğup battığını göremeyeceğimiz kapalı bir odada kaldığımızda, burada geçen zamanın hızını ve kaldığımız süreyi hiçbir zaman belirleyemeyiz. Bize dış dünyada belli bir zaman geçtiğini düşündürten şey, Güneş'in doğup batma süreci ve kolumuzdaki saatin bize belirttiği süreden başka bir şey değildir. Bunlar devreden çıktığında, geçtiğine inandığımız zaman hakkında söyleyeceklerimiz tamamen tahmini ve bize bağlı olacaktır. Örneğin sınava giren bir kişi kısıtlı vakit içinde cevapları yetiştirmeye çalışırken, onun için zaman hızlı geçecektir. Ama dışarıda onun sınavdan çıkmasını bekleyen kişi için aynı süre, oldukça uzundur. Eğer zaman mutlak bir gerçek olsaydı, bu durumda bizim algılarımıza göre belirlediğimiz değişken bir kavram şeklinde olmazdı kuşkusuz.
Einstein'in genel görecelik teorisinin bilimsel olarak ortaya koyduğu gerçeğe göre; zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki durma noktasına yaklaşmaktadır. Bunu Einstein'ın bir örneği ile açıklayalım. Bu örneğe göre ikiz kardeşlerden biri Dünya'da kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızda uzay yolcuğuna çıkar. Uzaya çıkan kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden çok daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni uzayda seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. Aynı örnek, ışık hızının yüzde doksan dokuzuna yakın bir süratle hareket eden roketle uzayda yolculuk yapan bir baba ve Dünya'da kalan oğlu için de düşünülebilir. Einstein'e göre, "Eğer babanın yaşı 27, oğlunun yaşı 3 olsa, 30 dünya senesi sonra baba dünyaya döndüğünde oğul 33 yaşında, baba ise 30 yaşında olacaktır." (Paul Strathern, Einstein ve Görelilik Kuramı, Gendaş Yayınları, 1997, s. 57
136- http://www.fortunecity.com/emachines/e11/86/şowtime.html)
Zamanın izafi oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil; tüm maddesel sistemin atom altı seviyesindeki parçacıklara kadar farklı hızlarda çalışmasından ileri gelir. Zamanın kısaldığı uzay gibi bir ortamda insan vücudundaki kalp atışları, hücre bölünmesi, beyin faaliyetleri gibi işlemler daha ağır işlemektedir. Böylelikle kişi zamanın yavaşlamasını hiç fark etmeden günlük yaşamını sürdürür.
Parçacık fizikçisi Dr. Jim al-Khalili'nin bir radyo programında yaptığı açıklamalar şöyledir:
Einstein'ın görecelik teorilerinin her ikisi de geleceğe yolculuğa olanak sağlamaktadır. Aslında bunu deneysel olarak da ispat etmiş durumdayız. Bunun bir yolu çok hızlı seyahat etmektir; bir rokete biner, ışık hızına yakın bir hızda gider ve sonra geri gelirsiniz. Çok hızlı gittiğiniz için saatiniz daha yavaş çalışacaktır. Roketteki saatinize göre eğer bir yıl ilerlerseniz, bu dünya saatine göre belki de 10 yıldır. Böylece aslında 9 yıl ileriye gitmişsinizdir. Geleceğe yolculuğun diğer bir yolu da çok büyük bir yıldızın yörüngesinde ilerlemektir. Eğer bir yıl boyunca bunu yaparsanız, yine, Dünya'ya geri dönebilir ve Dünya'da 10 yıl geçtiğini görebilirsiniz. Böylece her iki şekilde de geleceğe doğru yapılan zaman yolculuğu mümkündür. (http://www.fortunecity.com/emachines/e11/86/şowtime.html#)
Al-Khalili, zaman kavramını ise şu şekilde açıklar:
Bu; geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin hepsinin aynı anda mevcut olduğu anlamına da gelir. Geçmişi gelecekten ayıran bir şimdiki an yoktur. Tüm zamanlar aynı anda mevcuttur, yalnızca tek bir zaman vardır. Dolayısıyla gelecek de yaşanmıştır. Bunu anlamanın tek yolu üç boyutlu uzayın tek boyutlu zamanla birleştirilmesi ve dört boyutlu uzay-zaman olarak bilinen kavramın ortaya çıkmasıdır.(http://www.fortunecity.com/emachines/e11/86/şowtime.html)
Zamanın geçmesi, bizim için yaratılmış bir histir yalnızca. Bunu bu şekilde algıladığımız için yaptıklarımızın bir zaman süreci içinde gerçekleştiğini düşünürüz. Oysa daima bu "an"da yaşamaktayız. Geçen zaman kavramı hayalidir.
Söz konusu radyo programında sunucunun yorumuna karşılık algı üzerine çalışmaları ile sayısız ödül almış olan Oxford Üniversitesi matematik fizikçisi Roger Penrose'un cevabı şu şekildedir:
Sunucu: Zamanın geçtiğine dair subjektif bir his duyuyoruz. Ancak fizikçiler bunun sadece bir illüzyon olduğunu ileri sürüyorlar.
Roger Penrose: Evet, sanırım fizikçiler zamanın akış hissinin yalnızca bir illüzyon, yani gerçek olmayan bir şey olduğu konusunda hemfikirler. Bu, bizim algılarımızla ilgili bir şey.(http://www.fortunecity.com/emachines/e11/86/şowtime.html#)
Böylesine önemli bir gerçeğin, nasıl bizim zihinlerimizde bir algı olarak gerçekleştiği ve nasıl tüm zamanların tek bir zaman kavramı içinde var olduğu, kuşkusuz bizim anlayışımızın dışındadır. Çünkü bizler, Allah'ın bize bildirdiği kadarını anlayabilir, O'nun tanıttığı kadarını bilebiliriz. Bunun dışındaki her şey, bizim algılarımızın ve anlayışımızın dışındadır. Kuşkusuz, zamanı bir algı olarak yaratmak, aslında var olmayan bir kavram içinde geçmiş, şimdiki zaman ve geleceği meydana getirmek, Allah için çok kolaydır. Çünkü Allah, zamanın dışındadır. Allah, zamanı var eder ama Kendisi zamana tabi değildir. Bizim geçmiş veya gelecek olarak algıladığımız tüm olaylar, Allah'ın Yüce Hafızasında zaten mevcuttur. Bunların tümü tek bir anda yaratılmaktadır. Dolayısıyla, gelecekteki tüm olaylar aslında aynı an içinde yaratılmışlardır ve şu anda da vardırlar. Ancak biz, zamana tabi olduğumuz için onları henüz göremeyiz.
Geçmiş olarak algıladığımız tüm olaylar, bir insanın okulda karne alışı, ilk araba kullanışı Allah'ın sonsuz hafızasında saklı olduğu gibi, gelecekte yolda ilerlerken ayağımızın takılacağı küçük bir taş parçası bile Allah'ın hafızasında belirlidir. Çünkü Allah, tüm bu olayları tek bir anda yaratmıştır.
Canon David Brown, konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
Allah, gerçekten de, zamanın dışındadır. Öyleyse Allah için "önce" diye bir kavram yoktur. O bizim dünyevi yaşamlarımızın her anında aynı anda mevcuttur.(http://www.fortunecity.com/emachines/e11/86/şowtime.html#)